Bu Blogda Ara

24 Aralık 2014 Çarşamba

HİÇ HATA YAPMAYAN KIZ

Deniz, temkinli, hata yapmaktan çekinen bir çocuk.
İlk ayağa kalkma denemelerini hatırlıyorum da tekli koltuğa tutunup ayağa kalkmaya yeltendiği bir gün koltuk geriye doğru kayınca hemen yere oturmuş önündeki oyuncakla oynamaya başlamıştı. Gözlerime inanamamıştım. Sanki kalkmayı hiç istememiş gibi vazgeçmişti. O günden sonra tutunarak kalkarken işini sağlama alıp ağır mobilyalardan faydalandı. Deniz için bu bir istisna değildi elbette.Yapabileceğinden emin olana kadar ertelemek tam onun tarzı.
Bugünlerde yeterince güzel resim yapamadığını düşünüyor. Bu yersiz endişesini aşmak için onunla daha çok resim yapmaya başladım. Her defasında renkleri ne kadar güzel kullandığını, resim yapmanın çok eğlenceli olduğunu, ikimizin de harika resimler çizdiğini söylüyorum ona. (Özellikle çocuklarda resim yapamama korkusu ile ilgili iki güzel kitap tavsiye edebilirim Peter H. Reynolds'ın Altın Kitaplar'dan yayımlanan Nokta ve Mış Gibi kitapları. Bizde her iki kitap var ve bloğa bunlarla ilgili bir de yazı yazmıştım. Yazıya ulaşmak için aşağıdaki bağlantıyı tıklayın.)
http://bikipak.blogspot.com.tr/2014/10/noktanin-gucu.html
Deniz'in okul arkadaşlarını tanıdıkça "en iyi, en mükemmel, hep birinci olma" hâlinin, isteğinin o yaş grubunda yaygın olduğunu gördüm. İlk kez evlerinden çıkıp yaşıtlarıyla bir araya gelen, bazen kazanan, bazen kaybeden miniklere her zaman mükemmel olmanın çok yorucu olduğunu, her zaman her şeyi hatasız yapamayacaklarını, önemli olanın eğlenmek olduğunu anlatmak, onları ikna etmek hiç de kolay değil. Bu işi bir kitaba bırakmaya ne dersiniz?
Hiç Hata Yapmayan Kız miniklerin ve de büyüklerin mükemmellik takıntısına iyi gelecek bir kitap. Kitabın kahramanı Betül okura önemli bir ders veriyor: Hatalardan ders almak, gülmek ve oluruna bırakmak. Evet bu kitap, mesaj veriyor ama merak etmeyin bunu parmağını sallayan, didaktik bir öğretmen edasıyla yapmıyor. Dün gece kaç kez okuduğumuzu hatırlamıyorum. Özellikle Betül ilk hatasını yapmak üzereyken çok güldük, o sayfayı dönüp dönüp tekrar okuduk.



Kitabın kahramanı Betül son üç yıldır okulda düzenlenen yetenek yarışmasının birincisi. Yaptığı hokkabazlık gösterilerinde asla hata yapmıyor, sadece gösterilerde mi, evde, derste, sokakta, kısaca o bir kusursuz. Öyle ki komşuları adını bile bilmiyor, ona "Hiç Hata Yapmayan Kız" diyorlar. Evlerinin önü her daim gazeteciler ve hayranlarıyla dolu. Oysa kardeşi Kaan ne kadar rahat. Elleri yerine ayaklarıyla piyano çalıyor, pastel boya yerine haşlanmış fasulye ile boyama yapıyor. Kimsenin kınadığı yok çünkü "Hiç Hata Yapmayan Oğlan" değil o, sadece Kaan.
Sıradan gibi başlayan bir gününe tanık oluyoruz Betül'ün ancak o gün hiç de sıradan değil, Betül'ün neredeyse ilk hatasını yapacağı gün!
"Ben getiririm," dedi Betül. Buzdolabına doğru gitti ve dolaptaki en büyük, en güzel görünen yumurtaları özenle seçti. Tam geri dönerken ayağı kayıp yere yuvarlandı. Yumurtalar havaya uçtu. "Yumurtaları havada yakalamalıyım," dedi. Galiba Betül ilk hatasını yapmak üzereydi! Ama öyle olmadı! "Öff, neredeyse hata yapacaktım!" diye sıkıntılandı* Betül.
Neredeyse hata yapacak olmak Betül'ü öyle kaygılandırır ki bu korku yüzünden derste parmak kaldıramaz, arkadaşlarıyla paten kaymaya gidemez gün boyu. Eğlenebileceği pek çok etkinliğe dahil olmaktan kaçınır. Gösteri saati yaklaştıkça endişesi artar. Dördüncü kez yetenek yarışmasının birincisi olabileceğinden hiç de emin değildir. Nitekim korktuğu başına gelir ancak bunu utanılacak bir anı olarak hatırlamayacaktır! "Hiç Hata Yapmayan Kız" olmak yerine sadece Betül olmak çok daha eğlencelidir.
*sıkıntılandı" kelimesi kulağımı çok tırmaladığı için her defasında düşündü diye okuyorum bu bölümü. Çeviride daha uygun bir kelime tercih edilebilirdi bence.
Yazan Mark Pett, Gary Rubinstein
Resimleyen Mark Pett
Çeviren Meltem Özdemir
1001 Çiçek Kitaplar
Okul öncesi

20 Aralık 2014 Cumartesi

ANAHTAR

Bazı kitapların kapakları "al beni, oku beni" diye bağırıyor. Anahtar da o kitaplardan biri. 
Ön kapağında, kapı aralığından bakan üç afacan oğlan var, küçük, ortanca ve büyük. Arka kapakta ise büyük ağabey kardeşlerine Kurt İle Yedi Keçi Yavrusu'nu okuyor. Üç kardeş belli ki bu masalı biliyor. Ya siz? Hatırlamak için;
Hani çocukların kendini oyuna kaptırdıkları anlar vardır. Dışarıda top patlasa duymazlar. Belki kırk üçüncü kez aynı oyunu tekrarlıyorlardır, sessizce, zevkle... Ortalık dağılsa da o kıymetli, annenin çağrılmadığı anlarda bir anne ne yapar? Evin dağılan diğer alanlarını toplar, kendini mutfağa atar, bir sonraki öğünü planlar. Öyle bir sahne canlandırın gözünüzün önünde. 
Üç afacanın annesi, salona kafasını uzatıyor, bakıyor ortalık süt liman, çorba pişirmek için mutfağa dönüyor. Patatesleri soymaya başlıyor. 
Fakat sonra bir de baktı ki patatesler yetmeyecek.
Hem birkaç soğan gerek, biraz da mercimek.
Köydeki markete gitmeli hemen, 
yoksa oğlanlar akşama çorba içemeyecek.
Çocuklar kendisiyle gelmek istemeyince onları sıkıca tembihliyor: 
"Peki öyleyse. Ben hemen döneceğim, merak etmeyin. 
Ben dönene kadar kimseye kapıyı açayım demeyin!"
Anne, anahtarını evde unuttuğundan habersiz alışverişini tamamlayıp geliyor. Ee insanlık hâli, olur böyle unutkanlıklar diye düşünüyor ve  zili çalıyor. İşte cümbüş ondan sonra kopuyor. Çocuklar kapıyı açmayınca onlara verdiği öğüdü hatırlıyor. Mektup aralığına eğilip içeri sesleniyor.
"Çocuklar, benim ben, 
bir tanecik anneniz!
Anahtarımı unuttum,
haydi açın kapıyı!"
Anneleri hiçbir şey unutmadığına göre kapıdaki kim? Çocukları ikna edip içeri girmek hiç de kolay değil!

Yazan Isabelle Flas 
Resimleyen Annick Mason 
Çeviren Acar Erdoğan 
Mavibulut Yayınları
Okul öncesi

8 Aralık 2014 Pazartesi

KIZIL AĞAÇ

İyi bir çocuk kitabının olmazsa olmazıdır metne uygun çizilmiş resimler. Çocuk oradan ana hikâyeyi takip eder, hatta iyi çocuk kitaplarında ikinci bir resimli hikâye daha vardır metinde hiç bahsedilmeyen (örn: Bekçi Amos'un Hastalandığı Gün- Fare ve kuşun resimlerle ilerleyen dostluk hikâyesi ana metinde anlatılan kadar sıcaktır, içinize işler.)
Deniz resimli hikâye kitaplarının dinlediğinden fazlası olduğunun farkında. Okuduğumuz her kitapta yan resimler arıyor. Daha önce okuduğumuz yazarların başka kitaplarına ait göndermeleri bulmaya bayılıyor. (Örn. Annemin Çantası kitabında annenin çocuklarına okuduğu Üç Kedi Bir Dilek kitabını fark etmesi gibi) Son zamanlarda ben metni okuduktan sonra o da benim ardımdan aynı cümleyi tekrarlıyor. Harflerle seslerin bağını çözme konusunda oldukça hevesli. “D” harfini gördüğünde neredeyse havalara uçuyor, “Anne bak, Deniz'in d'si”.
Ben de giderek onu daha çok şaşırtacak, düşündürtecek kitaplar bulup getiriyorum. Son tanıştığımız yazar ise Shaun Tan. Okumaya Kızıl Ağaç ile başladık. Kayıp Şey'i henüz göstermedim, Uzak ise hâlâ temin aşamasında. Sevgili idefix duy artık sesimi.
Kızıl Ağaç iyi resimle desteklenen bir metinden çok daha fazlası, nasıl desem metne ihtiyacı olmayan, derdini resimlerle gayet iyi anlatan bir kitap bu. Bakmayın siz resimlerdeki kasvete... Böyle de karamsar kitap olur mu, okumam ben çocuğuma demeyin. Hüzün, iç sıkıntısı sadece büyüklere mi mahsus? Deniz bile şimdiden başladı “Anne canım sıkıldı” demeye. Hep aklımda olan “Anne canım sıkıldı” kavanozlarından yapmalıyım sanırım. Hemen google'a Mom i'm bored jar yazın ve birbirinden yaratıcı cansıkıntısısavarları görün. Kitaba geri dönecek olursak;

Kızıl Ağaç'ı da Deniz'e aldığım pek çok yeni kitap gibi önce ben okudum, üstelik tıpkı hikâyenin kahramanı gibi keyifsiz başladığım bir günde. “Bazen gün doğar ve hiç umut getirmez beraberinde ve gitgide kötüleşir her şey,” Bir çocuk kitabının açılış cümlesi için çok mu kasvetli? Kim demiş çocukların hayatı her zaman toz pembe diye? Bazen onların da canı sıkılır, dudakları sarkar, gözyaşları yanaklarından yuvarlanır ama bir küçük şaka, oyun, tatlı söz onları kendine getirmeye, gülümsetmeye, umudu yeşertmeye yeter. 
Öyle günler vardır, bilirsiniz. Dünyanın bütün dertleri sizin üzerinizdedir. Dünyanın bütün ağaçları, yapraklarını sizin odanıza dökmüştür. Çıkacak, karışacaksınızdır güne, ah şu kapının önünü kapatan yığınla yaprak olmasa... Orası eşiktir aslında. Kendinizde devam edecek gücü bulursanız, çıkarsanız yataktan, koyulursanız yola, ne denli yalnız, yorgun, amaçsız da hissetseniz de bakarsınız sizi gülümsetecek bir şey oluvermiş. İnanın bana -en azından bir kitap okuma süresince- çevirin sayfaları, her şeyin tükendiği, günün başladığı gibi biteceğini hissettiğiniz noktada umudun birdenbire geldiğini göreceksiniz. Ve yüzünüzde kocaman bir tebessüm belirecek. Bir şey değişmese dahi her şeyin yoluna gireceğine dair inancınız artacak.
Deniz okuyunca ne mi yaptı? Gözleri mutlulukla parladı, kollarını iki yana açıp "Yaşasın!" diye bağırdı. Shaun Tan'ın çizgilerinin sizi etkilemesi için okumayı bilmek gerekmiyor, bakmak yeterli.



Yazan ve çizen Shaun Tan
Çeviri Seda Ersavcı

İthaki Yayınları  

1 Aralık 2014 Pazartesi

YA SONRA?

Tudem yayınlarından Ekim ayında çıkan Balık Tutma Dersi kitabı dikkatimi çekmiş, Deniz'e alınacak kitaplar listesine girmişti. Sürdürülebilir Yaşam Film Festivalinde gösterilen Kimin Umrunda? (Who Cares) filminde aynı anekdottan sanki anonimmiş gibi bahsedilince tekrar aklıma düştü ve festivali takip eden günlerde aldım.
Metin Heinrich Böll'e ait, hikâyeyi aslına uygun olarak Bernard Friot kısaltarak uyarlamış, Emile Bravo ise resimlemiş. Bir çocuğun kütüphanesinde olmazsa olmaz!
Deniz'e bu aralar neden sorusuna “İşte” diye cevap vermemesi gerektiğini, “İşte”nin bir cevap olmadığını, ne düşündüğünü anlayabilmem için “Çünkü” ile başlayan cevaplar vermesi gerektiğini öğretiyorum. Bazen unutuyor, “Neydi anne, ne diyecektim, çünkü müydü?” diye soruyor ve bilseniz ne tatlı cevaplar veriyor. Deniz'e anlatır gibi yazayım istedim. Bu kitabı sevdim çünkü...
Yaşamak için mi çalışıyoruz yoksa çalışmak için mi yaşıyoruz ikilemini her yaştan okurun anlayabileceği bir dille cevaplıyor. Fazla fazla aldığımız ayakkabılar, çantalar, eskimeden yenilenen tencereler, tavalar, bardaklar, gerçekten ihtiyaç duymadığımız hâlde satın aldığımız onlarca ıvır zıvır, onları saklamak için almak zorunda kaldığımız depolama gereçleri (dolaplar, kutular), onları üretmek için kullanılan elektrik... Geçtiğimiz günlerde Alakır vadisinde yapımı planlanan 8 Hes'ten elde edilecek elektriğin bir AVM'nin enerji ihtiyacını karşılayabileceğini okudum. Bir AVM'nin elektrik ihtiyacı karşılansın diye 70 km uzunluğunda 20 km genişliğindeki vadi, içindeki canlılarla birlikte geri dönüşümsüz bir şekilde yok ediliyor. Rahatını kaçırdığımız hayvanların, kuşların, böceklerin, ağaçların ah'ı var üzerimizde. Bu şekilde devam etmemiz mümkün değil. Ekolojik temelli bir değişime ihtiyacımız var hemen, şimdi! Bugünün çocukları, yarının yetişkinlerini doğaya yakın yetiştirmeliyiz. Onlara satın aldığımız balıkların market ya da balık hali tezgâhlarında sınırsızca bizi beklemediğini, yumurtlamadan avlanıldıkları takdirde balıkların soylarının tükeneceğini, o yüzden de bu ihtiyar balıkçı gibi kendine yetecek kadar avlanmak gerektiğini öğretmeliyiz.
Hikâyemiz Batı kıyılarındaki küçük bir limanda geçer. Limanda yürüyüş yapan bir turist kayığında uyuyan balıkçının fotoğrafını çeker. Deklanşörün sesinden rahatsız olan balıkçı uyanır. Turist meraklıdır. Acaba bu güzel havada balıkçı neden avlanmaya gitmek yerine kayığında uyumaktadır? Kayığa atlar, sohbet başlar. Balıkçının cevabı hazırdır: "Daha bu sabah balığa çıktım da ondan. Bugün tekrar denize açılmamı gerektirmeyecek kadar iyiydi. Sepetlerimden dört ıstakoz çıktı. Neredeyse iki düzine de uskumru tuttum. Yarına da yeter... Ertesi güne de!" 
Turist ikna olmaz. Günde bir kez yerine iki, üç ya da dört kez avlanmaya çıkarsa neler olabileceğini anlatmaya başlar. İkinci bir kayık, motorlu tekneler, soğuk hava deposu, bir balık restoranı, füme balık tesisi, konserve balık fabrikası, Paris'e canlı ıstakoz ihracatı... Sonra da... turist cümlesini tamamlayamaz. Hayalleri tam o anda biter, sonrası yoktur. "Sonra... Buraya, limana gelip bu muhteşem denizi seyreder, güneşin altında keyifle uyuyabilirsiniz."


Balık Tutma Dersi 
Metin Heinrich Böll
Uyarlayan Bernard Friot 
Resimleyen Emile Bravo 
Türkçeleştiren Figen Müge Erel 
Desen Yayınları

25 Kasım 2014 Salı

OKYANUSTA KEŞİF GEZİNTİSİ

Tavşan, fare ve kuştan oluşan ekip Kuzey Pasifik Okyanusu'nu keşfetmek suya dalar. Hop biz de peşlerinden ineriz okyanusun derinliklerine. Bizi burada neler mi bekliyor? Yunuslar, mürekkep balıkları, mürenler, köpek balıkları, deniz anaları, fener balıkları ve daha nicesi... Nasıl yaşarlar, nasıl avlanırlar, kendilerini nasıl korurlar, hepsinin cevabını bulacaksınız. Bir tür erken dönem ansiklopedi gibi düşünebilirsiniz. Nefis resimlere bakarak çocuğunuzla deniz altında yaşamla ilgili sohbet edebilirsiniz, hepsi bu, daha fazlası değil. Bir Minik Balık değil neticede. Deniz'in her bir okumamızdan büyük keyif aldığını, kıkırdadığını yok yok eni konu kahkahalarla güldüğünü söyleyebilirim. Sebebi anlatının komikliği değil tabi! İnanmazsanız onu kahkahalarla güldüren cümleyi bir de kendiniz okuyun.
Kuzey Pasifik Okyanusu uçsuz bucaksız bir alanı kaplar. Karanlık ve derin suları deniz kaplumbağalarından denizanalarına, irili ufaklı balık sürülerinden mercanlara, balinalardan ahtapotlara varıncaya dek bir çok canlı türünü barındırır. 
Deniz'in sınıfta sevdiği arkadaşlarından birinin adı Mercan ve daha ilk sayfada mercan ismi geçtiği anda Deniz kahkahalarla gülmeye başlıyor. Kahkahaların arasından güç bela "Bizim sınıfta da Mercan var," dediği işitiliyor. Sizin çocuğunuzun da Mercan adında bir sınıf arkadaşı varsa neşeli vakit geçirebilir yoksa bu kitabın size sunacağı sadece renkli resimlerine bakarak okyanusta yaşayan canlılar hakkında sohbet... 
Harika Hayvanlar adı verilen seri dört kitaptan oluşuyor. Okyanusta Keşif Gezintisi, Yağmur Ormanları, Afrika ve Ormanlar. Benim kitaba verdiğim not, elinize geçerse okuyun ama sahip olmanız gerekmez şeklinde. Zaten satışta değil artık, baskısı bitmiş. Biz de kütüphaneden ödünç aldık. Yarın kütüphaneye geri vereceğim. Belki Harika Hayvanlar serisinin diğer kitaplarına da rastlarız kim bilir... 

Yazan Tony Mitton 
Resimleyen Ant Parker 
Çeviren Ali Berktay
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 


21 Kasım 2014 Cuma

YEŞİL KUYRUKLU FARE


Leo Lionni, benim yazarım, Deniz'in değil. Deniz daha komik, eğlenceli hikâyeleri seviyor, orası kesin. Pezzettino ve Yüzyüz'ü nispeten daha çok sevdi, en az ilgi gösterdiği kitap ise Yeşil Kuyruklu Fare oldu. Belki bu yüzden Yeşil Kuyruklu Fare ile ilgili yazı da bugüne kadar ötelendi. Yazıya başlamadan önce kitabı tekrar okuduk. Durum yine değişmedi. Deniz'in çok ilgisini çekmedi. Okumaya devam etmemi istedi ancak benim üzerime tırmanmaktan, eşofmanımın paçasını aşağı indirip yukarı çekerek asansörcülük oynamaktan da geri durmadı. Arada bir geldi resimlerine baktı. Belki de Leo Lionni kitapları büyümeyen çocukların kütüphanesinde durmalı.
Yeşil Kuyruklu Fare, maske taşıyarak yaşamanın ağırlığını, gereksizliğini  anlatıyor bize. Hâliyle de çocukların en sevdiği, uyumadan önce okumak istedikleri kitaplar arasına girmiyor ama seviyorum ben Lionni kitaplarını, çocuklara çocuk gibi davranmadan onları yetişkin dünyasına dair önemli kavramlarla tanıştırmasını...
Willshire Ormanı'nın en sessiz köşesinde bir grup tarla faresi her türlü tehlikeden, kıtlıktan uzak, huzurlu bir yaşam sürmektedir. Günlerden bir gün bir şehir faresi gelir.
Tarla fareleri: " Bize şehri anlatsana" dediler.
Şehir faresi: "Şehir, çoğu zaman sıkıcı ve tehlikelidir" dedi. "Ama bir gün vardır ki, o harikadır."
O gün Mardi Gras'dır. Sokaklarda bütün gün müzik çalındığı, insanların dans ettiği o günü anlatır tarla farelerine, gösterileri, konfetileri, minik bayrakları, komik sesler çıkaran borazanları...  Maskeleri de unutmaz! Tarla fareleri, Fransızca Şişman Salı anlamına gelen Mardi Gras gününü kutlamaya karar verir. Çalıları ve ağaçların alçak dallarını irili ufaklı yapraklarla süsler, saman, liken ve taç yapraklarıyla ışıltılı dişleri ve alev alev gözleri olan vahşi hayvan maskeleri yaparlar. Hatta bir kız fare, kuyruğunu yeşile boyar. Dans edip şarkı söyler, bütün gece harika vakit geçirirler. Sonra karanlık çalıların arasında kaybolup maskelerini takarlar ve birbirlerini korkuturlar. Unuturlar, maskelerini çıkarmayı, bunun bir eğlence olduğunu, zararsız ve sevimli fareler olduklarını... Eskiden huzur içinde yaşadıkları yer, zamanla nefret ve kuşku dolu bir yer hâline gelir. Karamsarlığa kapılmayın! Umut etmek için bir farenin maskesini çıkarıp atması yeter de artar. Hem bundan fazlası da var. Fareler maskelerini çıkarmakla kalmaz, hepsini ateşe atar, yok eder. Bir tek yeşil kuyruklu fare ne yapsa kuyruğundaki yeşil boyadan kurtulamaz. Bunun umudu devam ettirmeye yönelik bir simge olduğuna karar verdim sonunda. Bugün yaşananlar gelecek kuşakların kolektif hafızasını oluşturuyorsa şayet, o yeşil boya çıkmadığı sürece gelecek kuşaklar maskelerin verdiği zararları hatırlayacak, günün birinde Mardi Gras'ı yeniden kutlasalar bile kimse vahşi maskelerini kuşanmayacak demektir. 



Yazan ve çizen Leo Lionni
Çeviren Kemal Atakay
Elma Çocuk
Çocuklar İçin Kişisel Gelişim Kitapları


10 Kasım 2014 Pazartesi

ARTIK KENDİM YETİŞTİREBİLİRİM

Deniz bir apartman çocuğu.
Elimizden geldiğince onu toprağa, doğaya yakın büyütmeye çalışıyoruz. Birlikte çiçekler dikiyoruz, can suyunu ona verdiriyoruz. Balkonda çilek, maydanoz, nane, apartmanın bahçesinde biber, domates yetiştirmeye uğraşıyoruz. Yediği sebzelerin, meyvelerin market raflarında sınırsızca onu beklemediğini, toprakta yetiştiğini anlasın istiyoruz. Birkaç kez küçük bir sivri biberi ya da yeni kızarmış bir çileği koparıp hop diye ağzına atınca yediğimiz gıdaların topraktan geldiğini algıladığını sanmıştım. Geçtiğimiz haftalarda elindeki muzun kabuğunu soyamayınca “Anne bu muzu markette çok sıkı yapıştırmışlar, açamadım.” demesin mi? Yanıldığımı anladım. O günlerde kurmacabiyografiler adlı blogum için Sürdürülebilir Yaşam Filmi Festivali Çanakkale ekibinden İlknur ile söyleşi yapınca ona yaşadığım sorunu anlatıp, çocuklara sürdürülebilir yaşam, tüketmeme hakkı gibi kavramları nasıl vereceğimizi, nereden başlayacağımızı sordum. Bu konuda geçen kış çevirdiği Ekofobiyi Aşmak adlı kitabı önerdi. Kitap özetle çocukların belli bir yaşa gelinceye kadar sadece doğayla ilişki kurup, onu sevmelerinin yeterli olacağını belirtiyor.
Sürdürülebilir Yaşam Film Festivaline bir gün kala süresini biraz da geciktirdiğim kitapları kütüphaneye iade ettim, yerine beş yeni kitap aldım, biri de Mavibulut etiketiyle çıkan Artık Kendim Yetiştirebilirim kitabı. Algıda seçicilik. 
Kitabın kahramanının adı yok. Küçük bir erkek çocuğu, ah bu "ben dili" ile anlatılan isimsiz kahraman hikâyeleri, bilmiyorlar tabi Deniz'in ne kadar çok kahramanın ismini merak ettiğini. Hikâyenin adsız kahramanı renkli güzel resimler eşliğinde toprağa tohum, fide ekiyor, can suyunu veriyor, ayrık otları temizliyor, domatesler ağırlaşınca dedesinin yardımıyla sırıkla destekliyor, kendi yetiştirdikleri sebzeleri yiyor, bal kabağı koltuğunda oturuyor. En büyük hayali de bir gün ay çiçekleri kadar uzamak. 
Artık Kendim Yapabilirim dizisinden bir kitap. Ayrıca yaş etiketi görmedim. Her sayfanın altında yer alan büyük puntolu tek cümle kolayca ezberlenecek ve akılda kalacak cinsten. Deniz özellikle okula başladığından beri harflerle seslerin bağını çözme konusunda çok hevesli. Sık sık eline anlatısı kısa kitapları alıyor ve bana kitap okumak istiyor. Anlattığı hikâye açısından değil ama değindiği konu, kısalığı ve  yalancı okumaya izin vermesi sebebiyle (elinize geçerse) birlikte okuyabilirsiniz.

Resimler Georgie Birkett
Mavibulut Yayıncılık 
Kendim Yapabilirim Dizisi

3 Kasım 2014 Pazartesi

YARAMAZ FARELER

Kısa İstanbul kaçamağımızdan yeni kitaplarla döndük.

Cumartesi günü Galatasaray'da arkadaşlarımı beklerken kalabalıktan kaçmak için YKY'ye girdim. Deniz'e buradan kitap seçmek giderek zorlaşıyor. Çoğu evde ya da Halk Kütüphanesi'nde var. Sürekli okuduğumuz Feridun Oral, Yalvaç Ural ve Sara Şahinkanat kitaplarından bir tane daha edinmek istemiyordum. Ayşegül serisinden ise zerrece hoşlanmıyorum. Yeni, tanımadığımız bir yazar, çizer arayışındaydım. Seçenekler çok azalmış gibi gözükse de çok içime sinen bir kitap bulmayı başardım. Helga Bansch'ın yazıp çizdiği Yaramaz Fareler! Gülsen hanımın evini istila eden fareler öyle sevimli ve komik çizilmiş ki kitabı bir kez eline alanın aklını çelmemesi, alışverişine eklememesi imkânsız.

Gülsen hanım yılın üç mevsimi kır evinde mutlu mesut yaşamaktadır. Her kış onu canından bezdiren davetsiz misafirleri kaçırmak için uğraşmaktadır. Kış yine kapıdadır. Soğuktan ve açlıktan korunmak isteyen fareler taşınmaya başlamıştır. Hem de ne taşınma. Yataklar, denkler, sehpalar, kitaplar, pusette yavru fareler... Sonra amansız savaş başlar. Gülsen hanım en küçük delikleri bile tıkar, bütün yiyecekleri kutulara, çuvallara koyar, harekete duyarlı alarm taktırır, kapanlara zehirli gıdalar bile koyar ama farelerle başa çıkmak mümkün değildir. Fareler her yerdedir. Karnı tok sırtı pek akıllı fareler zehirli gıdaları yemedikleri gibi Gülsen hanıma kızdıkları için inadına yerleri pisletirler. Fareler öyle sevimli ve haklı çizilmiş ki ister istemez onlara kızamıyor ve onların tarafını tutuyorsunuz. Gülsen hanım uykusuz, öfkeli, sürekli fare pisliklerini temizlemeye uğraşırken fareler dans ediyor, kâğıt oyunları oynuyor, uyuyor, kitap okuyor, örgü örüyor, eni konu keyifli, güvenli, konforlu bir kış geçiriyor. Gülsen hanımın aldığı kedi de derdine derman olmayınca çaresiz çok sevdiği evinden ayrılıyor, şehre taşınıyor. Şehirde farelerden kurtuluyor ama kendisini çok yalnız ve mutsuz hissetmeye başlıyor. Bahçesini, dallarında kuşların cıvıldadığı ağaçlarını çok özlüyor.

Bazen parka gidiyordu. Park gezintileri ona biraz, o güzelim bahçesini hatırlatıyordu. Yanından eksik etmediği ekmek kırıntılarıyla sincapları ve güvercinleri besliyordu. “Kışın aç kalıyorlar” diye geçirdi içinden, “tıpkı fareler gibi...”

Çözüm her zaman karşındakini anlamakla başlıyor. Gülsen hanımın aklına harika bir fikir geliyor. Neşeyle evine geri dönüyor. Sonunu elbette söylemeyeceğim ama bir ipucu vermekten de geri durmayacağım. Birlikte yaşamak mümkün, yeter ki anlaşmaya gönlün olsun!
Avusturyalı yazar çizer Helga Bansch 25 yıl ilkokul öğretmeni olarak çalışmış. Aynı zamanda ressam. Yazdığı ve resimlediği kitaplar Viyana Çocuk Kitabı Ödülü, Avusturya Çocuk ve Gençlik Kitabı Ödülü, Steiermark Eyaleti Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Ödülü gibi pek çok ödül kazanmış. Yavru Fareler dilimize çevrilen ilk kitabı.
 
 
Yazan çizen Helga Bansch
Çeviren Dürrin Tunç
+3
YKY
 

27 Ekim 2014 Pazartesi

NOKTANIN GÜCÜ(*)


Başlangıçta bir küçük nokta vardı. Hepimizin içinde var olan yaratıcı gücü dışarı çıkarmak istedi. Yürek inandı noktanın gücüne. Hayaller nokta oldu, çizgi oldu, durmadan, hız kesmeden kalem oynatan el ile birleşince. Coşkuyla, mutlulukla dolmaya başladı sayfalar. Akıl, “Baskıyı azalt. Mükemmeliyetçiliğin, yaratıcılığını örselemesine izin verme. Mış gibi düşün!” dedi. Geriye yaslandı küçük nokta. Baktı tek tek, ağaçmış, çiçekmiş, güneşmiş gibi görünen resimlere... Gülümsedi. Bir yazarın kapısını çaldı. Küçük noktayı dinleyen yazar çocuklar kendilerine inansın, yaratabilsin diye üç kısa hikâye yazdı ve resimledi. Peter H. Reynolds'ın “creatirology” adını verdiği üçlemenin ilk iki kitabı Nokta ve Mış Gibi Altın Kitaplardan çıktı.


Serinin ilk kitabı olan Nokta'nın kahramanı resim yapamadığına inanan Vashti adında bir kız çocuğu. Çizemeyeceğine dair inancı öyle güçlü ki dersin sonunda öğretmenine boş kâğıt uzatır. Vashti'nin öğretmeni eğilip boş kâğıda baktı. “Aaa! Kar tipisine tutulmuş bir kutup ayısı.” Vashti, “Çok komik ama ben resim YAPAMIYORUM.” dedi. Öğretmeni gülümsedi. “Bir nokta yap bakalım, o seni nereye götürecek.” dedi. Bu sözlerin ardından Vashti öfkeyle bir küçük nokta koyar ve yaratıcı yolculuğu başlar. Başlangıçta sert ve öfkeli çizimler, renkler, Vashti başardıkça yumuşar, pastelleşir. Kitabın sonunda Vahti'nin, bu hediyeyi, ilhamın kaynağını bir diğer çocukla paylaşması umudu arttırır. Nokta, bize başlamak için bir küçük adımın yeteceğini hatırlatıyor. Güçlü mizah duygusuna sahip, boş kâğıttan daha fazlasını gören, öğrencisine inanan bir öğretmenin nasıl mükâfat olabileceğini gösteriyor.


Serinin ikinci kitabı Mış Gibi'de resim yapmayı çok seven Ramon'la tanışırız. Ramon konu bulmakta asla sıkıntı çekmez. Her zaman her yerde hiç durmadan coşkuyla, mutlulukla resim yapar ta ki ağabeyi Leon vazoda çiçekleri çizdiği bir resme bakıp kahkahalarla gülerek “Bu nedir?” diye sorana kadar. Ramon kâğıdı buruşturup atar. Resim çizmeye devam eder. Artık yalnız değildir. Yaptıklarının bir şeye benzemediğini düşünen bir çift göz onu her an izlemektedir. Ne çizse beğendiremez o alaycı gözlere. Yaptıklarını buruşturup atar. Sonunda resim yapmaktan vazgeçer. Bir gün kız kardeşi Marisol'ün odasının duvarlarında kendi buruşturulmuş resimlerini görür. Marisol bir resmi işaret ederek, “Bu en sevdiklerimden biri.” dedi. Ramon, “Vazodaki çiçekleri çizmek istemiştim, ama beceremedim.” Marisol heyecanlı bir şekilde “Evet, vazoyMUŞ GİBİ!” dedi. Bir anda Ramon'un üstünden mükemmeliyetçiliğin yükü kalkar. İçi enerjiyle dolar. Eskisi gibi özgürce “ağaçmış, balıkmış, güneşmiş gibi” resimler çizer. Hatta “mış gibi” resimlerinden esinlenerek “mış gibi şiirler” yazmaya başlar.

Bir ilkbahar sabahı Ramon kendini çok iyi hissetti. Bu mış gibi resimlerin, hatta mış gibi kelimelerin bile betimleyemeyeceği bir duyguydu. Bu duyguyu betimlemeye çalışmaktansa uzanıp tadını çıkarmaya karar verdi. Hikâye bence burada bitmeliydi. Ancak yazar son bir cümleyle konuyu sonuca bağlamak istemiş. “Ve bundan böyle Ramon mış gibi yaşamaya devam etti.” Yaratıcılığı arttırmayı hedefleyen bir kitabın “mış gibi yaşam” ile bitmesi hoşuma gitmedi doğrusu. Çocuklar mış gibi resimler çizsin, mış gibi şiirler yazsın ama mış gibi yaşamasın.
Yazan ve resimleyen Peter H. Reynolds
Türkçesi Oya Alpar 
Altın Kitaplar
Okul öncesi

(*)Bu yazı 10/10/2014 tarihinde okumadan yatmayanların kitap tanıtım yazılarına yer veren çok yazarlı okuryatar isimli edebiyat sitesinde yayımlandı. Siteye ulaşmak için tıklayın.
http://www.okuryatar.com/noktanin-gucu-tugba-gurbuz/

20 Ekim 2014 Pazartesi

KÖPEKLER BALE YAPMAZ

Kitabın kapağında pembe tütüsüyle bale yapan bir köpek görünce adına elbette aldanmadım. Ona bale yapamazsın diyenlere inat dans eden bu köpek kimdi, macerası neydi diye meraklandım. Sosyal medyada Deniz'e önerilen bir kitabın adını da çağrıştırınca (Gergedanlar Krep Sevmez) sevmememize imkân yok diyerek ödünç aldım. Haklıymışım kitabı çok sevdik ve kitap Gergedanlar Krep Yemez'i hazırlayan yazar-çizer ikilisinin bir çalışmasıymış. Yeni bir ekiple (Anna Kemp - Sara Ogilvie) tanışmaktan memnun oldum olmasına ama her iki kitabın da baskısı tükenmiş maalesef. Belki Gergedanlar Krep Yemez'e de kütüphanede rastlarım, belli mi olur?
Deniz ilk okumadan itibaren kitabı çok sevdi. Böylece Şuşu serisine ve En Güçlü Kim'e biraz ara vermiş olduk. Kitabın ana kahramanı isminden anlaşılacağı gibi köpek ama en az onun kadar önemli diğer kahramanı aynı zamanda kitabın anlatıcısı ise köpeğin sahibi olan küçük kız. Ben bu ufaklığa bayıldım. Çünkü ilk andan itibaren her şeyin farkında ve yetişkinlerin ön yargılarına zerrece kulak asmıyor, köpeğine güveniyor, inanıyor. 
Benim köpeğim farklıdır. Diğer köpeklere benzemez. Onlar gibi davranmaz. Tuvaletten su içmez, terlikleri ısırmaz, kedileri kovalamaz.Yakalaması için bir sopa attığımda bana anlamsızca bakar. Sonra sopayı gidip kendim almak zorunda kalırım. 
Bu farklılığı anlattıktan sonra köpeğinin müziği, dans etmeyi, ay ışığını sevdiğini söylüyor. Bu sözlere küçük kızla köpeğin yan yana oturup televizyonda bale izlediği bir görsel eşlik ediyor. Kitabın büyüsüne kapıldığım an bu kare oldu sanırım. Küçük kız köpeğinin bale yapmak istediğinden emin ama etrafındaki yetişkinleri buna ikna etmek oldukça zordur. Cevap nettir. "Köpekler Bale Yapmaz!" Bu kalıp kitapta sıkça kullanılıyor. Ve ben her defasında aynı tonlamayla okuyorum. Deniz'in o kadar hoşuna gitti ki o da bana gülerek eşlik etmeye başladı. Ne de olsa biliyoruz biz, kim ne derse desin bu köpek bale yapacak! Babası köpeğinin bale dersine gelmesine izin vermiyor. Ama o gizli gizli takip ediyor, pencereden dersi izliyor. Ve bale öğretmeni "Kim birinci pozisyonu gösterecek?" diye sorunca sınıfa koşarak geliyor. Öğretmen şaşkın ve kararlı köpeği sınıftan çıkartıyor, biliyorsunuz işte "Köpekler ba-le yap-maz!" Köpeğin kalbi kırılıyor. En sevdiği kurabiyelerden bile yemiyor. Günlerce kulübesinden çıkmıyor. Her gece ağlıyor. Ancak bale tutkusu bir nebze olsun azalmıyor ve şans bir gün yüzüne gülüyor. 
Hikâye güzel ve çizimlerle daha da güzelleşmiş. Köpeğin gizli gizli küçük kızı izlediği yerleri çok sevdik. Çocuk kitaplarında anlatıcı genellikle tanrı yazar olur, ben anlatıcıya çok sık rastlanmaz. Oysa “ben anlatıcı”dan hikâye dinlemek zevklidir, hele anlatıcı kahraman Deniz'in yaşlarında küçük bir kız çocuğuysa. Sanırım o durumlarda kahramanla arasında daha fazla özdeşlik kuruyor ve seviyor. Yalnız bir sorun var. Bu kadar kısa anlatılarda kahramanın adını öğrenememiş oluyoruz ve Deniz bunu çok merak ediyor! 


Yazan Anna Kemp 
Resimleyen Sara Ogilvie 
Çeviri Gülbin Baltacıoğlu
Pearson Türkiye
Okul öncesi

13 Ekim 2014 Pazartesi

KAPI KOMŞUMUZ KORSANLAR

Uzun zamandır Deniz ile kütüphaneye gitmiyorduk. Geçen hafta kütüphaneci abla, Deniz'in kitaplarını iade alırken onu uzun zamandır görmediğini, neden gelmediğini sorunca cumartesi birlikte gittik. Yazın sayımdan sonra düzenlenmiş raflar gene çarşamba pazarı gibiydi. Aklımda daha önceden severek okuduğumuz Kütüphanedeki Aslan kitabını almak vardı. Sistemde kütüphanede görünüyor olmasına karşın bulamadım. Daha önceden alıp okuduğumuz, özlediği, yeniden ödünç almak istediği kitapları seçme işini Deniz'e bıraktım. Ben yeni kitapların peşine düştüm. Deniz rafları karıştırırken Tonino Keşke Görünmez Olsam ve Yağmurcu Prens'i buldu.
“Anne, bu kipakları alalım mı?”
“Deniz bizde o kitaplar var.”
“Pamam anne. Ben de küpüphaneden aldık sanmıştım. Annee, bizim bi kenarında kaıt olan küpüphane kipaklarımız bi de kargodan gelen kipaklarımız var."
Gülümsedim ve işe koyulduk. Aradık taradık. Deniz, eskilerden Şirin Yuvaya Gidiyor ve Annemin Ayakkabıları'nı seçti. Ben de boş durmadım. İki güzel kitap buldum. Köpekler Bale Yapamaz ve Kapı Komşumuz Korsanlar Başrolde Kurukafa Ailesi.
Kapı Komşumuz Korsanlar Başrolde Kurukafa Ailesi 2012 yılında Waterstones Çocuk Kitabı Ödülünü almış. 2005 yılından itibaren İngiliz kitabevleri zinciri Waterstones tarafından düzenlenen yarışmada, bir önceki yıl basılan kitaplar yarışıyor. Yarışmaya katılan yazarlarla ilgili bir de kural var: Yazarın en fazla üç kitabı yayımlanmış olmalı. 2012 yılından beri üç ayrı kategorisi var: Resimli Kitaplar, 5-12 Yaş, Genç Erişkin 
Kitabın konusuna gelirsek, Bıkkınkıyı, çimlerin özenle biçildiği, evlerin önündeki çalıların hep aynı boyda budandığı, yaş ortalamasının 66 olduğu deniz kenarında küçük sıkıcı bir kasaba. Matilda, kendi sokaklarındaki tek çocuktur. Mahallede de pek çocuk yoktur. Uzun zamandır boş duran yanlarındaki eve bir kız çocuğu taşınsa ne de iyi olur. Derken günün birinde bir korsan ailesi taşınır. Fıçıları, hazine sandıkları ve bir korsan gemileri bile vardır. Matilda, yeni komşularının oğlu Jim Lad ile arkadaşlık kurmaktan çok hoşnuttur. Yamalı pantolonu, çıplak ayakları, korsan bandı ve tahta bacaklı köpeğiyle onu çok eğlenceli bulur.
Ama aynı gün JIM LAD, Matilda'nın okuluna geldi. Başka KİMSE onunla oturmak istemese de...
Matilda ona şöyle dedi: İlginç birisin!
Sen de fena sayılmazsın, dostum. Karada yaşayanlar arasında senin gibisi yoktur. Ben bir DENİZ SERSERİSİYİM ama korkma ısırmam, gel yanıma otur!
Matilda yeni arkadaşıyla mutludur. Ancak kasabalılar onlardan hiç hoşlanmaz. Gece gündüz demeden takır tukur vurarak gemilerini tamir etmeleri, sağı solu kazıp durmaları, kendilerine benzemeyen giyim, konuşma ve yaşam tarzı onları tedirgin ve rahatsız eder. Hatta imza toplayıp onları kasabadan kovmaya bile çalışırlar. Korsan ailesi gittikleri her yeni yerleşim yerinde insanların kendilerine kötü davranmasına alışkındır. Gemilerini tamir edip bir gece ansızın çekip giderler. Ancak bu hiç de sıradan bir veda olmayacaktır!
Kitaba bayıldığımızı söylemiş miydim? Kitabı iade edene kadar iki hafta her gece okuma listesinde olacağına eminim. Ama itirazım yok! Çok eğlenceli bir hikâye. Resimler harika ve sürprizlerle dolu. İki çocuğun dostluğu insanın içini ısıtıyor. Önde eksik dişiyle sürekli gülen afacan Jim'i ve şirin Matilda'yı sevmemek imkânsız.  Etraftaki büyükler ne derse desin, tüm haksız eleştirilere rağmen kayıtsız şartsız Jim'in yanında yer alan, onu asla değiştirmeye çalışmayan, farklılıklarından dolayı yargılamayan Matilda'nın biz büyüklere verdiği ders de cabası...

 
Yazan ve çizen Jonny Duddle 
Çeviren Turgay Bayındır
Redhouse Kidz
Okul öncesi 
Kitabın bir de Kurukafa Ailesi posteri hediyesi varmış. Biz kütüphaneden aldığımız için posteri göremedik. Aile soy ağacının olduğu posterin de çok eğlenceli olduğuna eminim. 


6 Ekim 2014 Pazartesi

TABİİ Kİ DE BENİM ANNEM!


Kütüphanede bulduğum son hazine, En Güçlü Benim!
Deniz, babasının canlandırarak okuduğu bu kitaba bayılıyor ve/ya babasının komik canlandırmasına. Sonlarına doğru kıkırdamaya başlıyor ve cevap veriyor: "Tabii ki de benim annem!" Bu kitabı asla bana okutmak istemiyor. Deniz'e kitap okumak (onun seçtiği sayıda kitabı sırayla sayfa ve satır atlamadan, kısaltmadan) sonra yanına yatıp sırtını kaşırken masal anlatmak ve uyutmak, bütünüyle bana ait bir alan. Birlikte kitap okumak, sadece kitap okumanın ötesinde bir şey benim için. Kitap okumak demek, uyku öncesi gevşemek, kitap komikse birlikte kıkırdamak, sarılmak, öpüşmek, ben yokken neler yaptığına dair anlattıklarını dinlemek demek. İstisnai gecelerin kitabına gelirsek...
 

 
Mario Ramos'un yazıp resimlendirdiği kitabı, Fransızca aslından Yıldırım Türker çevirmiş. Deniz ile Yıldırım Türker'in İngilizce'den çevirdiği şahane kitapları okumuşluğumuz var. Ancak Fransızca'dan da çeviri yaptığını bilmiyordum.
(Blogta tanıtılan diğer Yıldırım Türker çevirisi kitaplar için aşağıdaki linki tıklayın.)
http://bikipak.blogspot.com.tr/search/label/Y%C4%B1ld%C4%B1r%C4%B1m%20T%C3%BCrker
Kitabın kahramanı kibirli, kendini beğenmiş bir kurt. Karnını doyurduktan sonra, yediklerini hazmetmek ve orman ahalisinin kendisi hakkında neler düşündüğünü öğrenmek için ormanda bir gezintiye çıkar. Minik tavşan, Kırmızı Başlıklı Kız,  üç  küçük domuzcuk, yedi cüceler, hepsi de kurdun en güçlü, en amansız, an acımasız olduğunu söylemektedir. Kurt büyüdükçe, büyür, sayfanın neredeyse tamamını kaplar. Ormanın kabusu, kötülerin kralı olmaktan gururlu, karşılaştığı kurbağamsı yaratığa sorar. "Selam, çirkin şey. Herhalde biliyorsundur. En güçlü kim?" Karşısındaki küçük, çirkin yaratık, densizin densizi, akılsızın akıllısı, "Tabii, hiç bilmem mi? Benim annem!" demesin mi? Kurt, öfkeden çılgına döner. Ama ufaklık ya haklıysa!
Yazan ve çizen Mario Ramos
Çeviren Yıldırım Türker
Kırçiçeği Yayıncılık
Okul öncesi



1 Ekim 2014 Çarşamba

YÜZYÜZ

Leo Lionni, dünyaca ünlü tasarımcı, çizer ve grafik sanatçısı. Resimli kitapları, sürekliliğini koruyan temaları, sade çizgileri ve göz alıcı kolaj kullanımları ile tanınır. (Bu ifadeleri tamamen kitabın arka iç kapağından arakladım, itiraf ediyorum.) Kitaplarından dördü Amerika'da her yıl en iyi resimli çocuk kitabına verilen Caldecott Ödülü'nü kazanmıştır. Leo Lionni, çocuk kitapları yazıp resimlemeye başlamadan önce torunlarına resim çizerek hikâyeler anlatıyormuş. Uzun bir tren yolculuğunda yanına boya kalemi almayı unutunca yanında bulunan dergilerden sarı ve mavi renk yuvarlak kâğıtlar kopartarak aklındaki hikâyeyi anlatmış. Bu deneyim sonucunda henüz Türkçeye çevrilmemiş olan ilk resimli çocuk kitabı Küçük Mavi ve Küçük Sarı'yı yazmış. Bunu onlarca kitap izlemiş.

Leo Lionni kitapları, Deniz'in okumaktan en çok zevk aldığı, okumam için sık sık önüme koyduğu kitaplar değil. Onları birlikte okumaktan daha çok zevk alan benim, kabul ediyorum. Yüzyüz'ün benim hoşuma giden suluboya baskı tekniğini sevdiğini de söyleyemem. Özellikle büyük siyah balığın küçük kırmızı balıkları kovalayıp yediği resmi çok kara buldu ve beğenmedi. Ama ben Deniz'in küçük yaşına rağmen kitaplarda anlatılanlar hakkında bir şeyler algıladığına, bu kitapları okuyarak büyüdüğünde farkındalığının artacağına, aklı biraz daha ermeye başladığında çocukluğunun erken kütüphanesini daha da çok seveceğine, bu kitapları kitaplığının en nadide parçaları olarak nice evlere, nice raflara taşıyacağına inanıyorum. Bu yüzden elime geçen her Leo Lionni kitabı beni heyecanlandırıyor. Ekim 2013'de dilimize çevrilen Yüzyüz, yazarın Elma yayınevinden çıkan üçüncü kitabı.
Çocuklara iyi vakit geçirtmek, eğlendirmek güzel ama yazarın bir derdi varsa, bu metin 35 cümleden dahi oluşuyor olsa kendisini gösteriyor, kitap kütüphanenizin değerli, vazgeçilmez parçalarından biri hâline geliveriyor.  Ve ilk okuma eyleminiz 3,5 yaşına gelmemiş kızınızın şu cümlesiyle taçlanıyor: "Gerçek büyük balıklar, küçük balıkların büyümesinden korkarlar anne."
Küçük balıklar ancak biraraya gelerek denizdeki en büyük balık gibi birlikte yüzerlerse büyük balık küçük balığı yiyemez! Kitabın izleği bu, sevdiyseniz alın, okuyun, okutun, hediye edin.



Yazan ve Resimleyen Leo Lionni
Editör Demet Uyar
Elma Yayınevi
Okul öncesi
Yayınevinin okurlar için bir de notu var: "İADE GARANTİSİ Bu kitabı okudunuz ve beğenmediyseniz, alış belgenizle birlikte iade edeblir ve ödediğiniz ücreti yayınevimizden geri alabilirsiniz."

24 Eylül 2014 Çarşamba

ŞUŞU VE ÜÇTEKER

Şuşu'yu tanıyorsunuz, bisiklet sevdalısı, afacan kız çocuğu, hani Can ile parkın altını üstüne getiren. Maceranın ilk bölümünü anlatacağız size bu hafta, Şuşu ve Üçteker.

Şuşu ile 5. doğum gününde tanışıyoruz. Dayısı Şuşu'yu gezmeye götürüyor. Bu, Şuşu'nun karşılaştığımız ilk akrabası. İnanın bana son olmayacak! Şuşu'nun kalabalık bir ailesi var, anne, baba, teyze, dayı, hala, dede, nine. Aynı evde yaşadıklarına dair bir bilgi yok. Ama Şuşular'ın evinden de çıkmıyorlar doğrusu. Bu kalabalık bir süre sonra baş döndürücü geliyor insana. Neyse ortalık henüz sakinken sayfalarda ilerlemeye devam edelim. Sonra ne demek istediğimi anlayacaksınız. Dayısı Şuşu'yu önce pastaneye götürür sonra bir oyuncakçıya. Ve Şuşu orada kırmızı, önünde sepeti olan üç tekerlekli bisikletini görür ve bir daha da inmez! Bu andan itibaren Şuşu'yu hep başında kaskı üçtekerinin üzerinde görürüz. Eve kadar bisikletle gider, doğum günü pastasının mumlarını üçtekerinin üzerinde üfler, hediyelerini orada açar. Hatta üçtekeriyle uyumak ister. Halası Şuşu'yu ikna etmenin bir yolunu bulmuş gibidir.

Gel seninle bir anlaşma yapalım,” dedi halası.

Ben sana kitap okuyayım. Kitap bitene kadar inme üçtekerinden. Sonra doğru yatağa olur mu?”

Tamam,” dedi Şuşu. “Ama üçtekerimle uyuyacağım.”

Sonra ne mi olacak? Devamı kitapta!

                                      
 

Yazan Yıldıray Karakiya

Çizen Başak Günaçan

Redhouse Kidz

+3

18 Eylül 2014 Perşembe

ŞUŞU, CAN VE DÖRTTEKER


Deniz kütüphaneden yeni aldığım kitapları her zaman heyecanla karşılıyor.

Ama İdefix'ten sipariş ettiğim kitaplar eve gelince ne yapacağı tam bir muamma. Hele onun kitaplarını kendi siparişlerime eklediysem hâlimiz evlere şenlik. Benim kalın kitaplarım kesinlikle daha cazip geliyor. Kendi ince kitaplarını görmek moralini bozuyor. Onların sıkıcı ve resimsiz olduğunu iddia ediyor. Eğer kitapların arasında bir grafik roman varsa “Bak bunun resimleri var, çok güzel, bu benim!” diyor. Kitabı kolunun altına sıkıştırıp odasına kaçıyor. Kalın kitaplar asla onu korkutmuyor, eğlence daha uzun sürecek diye seviniyor. İdefix'ten son siparişimiz sadece çocuk kitaplarından oluşuyordu. Aklını çelecek kalın bir kitap olmadığı için paketi sorunsuz ve krizsiz açtı! Hemen incelemeye başladı. Ve okutmak üzere ilk tercihini yaptı.

Şuşu, Can ve Dörtteker

Kitaba bayıldı. Defalarca okuttu. Kıkırdadı. Heyecanlandı. Şuşu, Can ve Dörtteker bir devam kitabı. Serinin ilk kitabı Şuşu ve Üçteker'i İdefix bir gün sonra gönderince biz ikinci kitapla başlamış olduk seriye. Kitabı Birdolapkitap'ın Yıldıray'ı yazmış. Her yaş için çocuk kitabı sloganıyla yola çıkan çocuk edebiyatı meraklısı bir çift Banu ve Yıldıray. Birdolapkitap adını verdikleri bloglarında çocuk kitaplarını tanıtıyorlar ve her pazar Açık Radyo'da program yapıyorlar. Şimdilerde Dünyalı dergiyi çıkartıyorlar. Onlarla tanışmadıysanız hiç vakit kaybetmeyin. Linki tıklayın.
http://www.birdolapkitap.com/

Şuşu afacan bir kız çocuğu. Bir bisiklet sevdalısı. Başında kaskı üçtekerinin üzerinde evde fır fır dolaşıp kalabalık ev halkının başını döndürünce dayısı onu alır, parka götürür. Şuşu bu kez de ilgisini park sakini hayvanlara verir. Güvercinleri kaçırır, kurbağaları vıraklatır, tam uyuklayan kedilerle ilgilenecekken yanından hızla dörtteker geçer. Şuşu'nun dörtteker dediği Can isminde bir çocuğun tekerlekli sandalyesidir.. Şuşu, ilgisini çeken dörttekeri takip eder. Sağa, sola hızla giderken ikisi birlikte parkın altını üstüne getirirler. Çöp kovaları, parkta bankları boyayan görevlinin boya kutuları devrilir. Ortalık bir anda toz duman olur. Şuşu'nun dayısı ve Can'ın teyzesi gelir. Tepkileri aynıdır: “Ne yaptın sen?” Büyüklerin yardımıyla ortalığı toparlarlar. Sıra tanışma faslındadır. Şuşu ilk kez gördüğü dörttekerin pedalı olmamasına şaşırmıştır. Can, "Bu bisiklet değil akılllım, bir tekerlekli sandalye." der. Şuşu'nun gördüğü tek dörtteker babasının ofis sandalyesidir. "Hayır," der Can, "O bir ofis sandalyesi onunla gezilmez." Ondan sonra parkta iki çocuk yan yana geldiğinde ne olursa o olur. Arkadaş olur, ertesi günler parkta birlikte oynamak için sözleşirler. Eve dönerken ikisi de evde parkta yaptıkları yaramazlıkla ilgili uyarılır. Deniz, dedesi felç geçirdiği ve yürüyemediği için Şuşu'nun aksine dörttekerin ne olduğunu biliyordu. Yurt dışında yayımlanan çocuk kitaplarının görsellerinde tek tip kullanılmaz, sarışın, zenci, tekerlekli sandalyede çeşit çeşit insan resmedilir. Çok daha küçükken okumaya başladığımız Pırtık Tekir'de tekerlekli sandalyesinde oturan bir çocuk vardı örneğin. Bizdeki kitaplarda hayatın içinden bu kadar fazla çeşitlilik yok. Sokaklarda da sık rastlayamıyorsunuz. Örneğin bizim ve annemlerin apartmanındaki asansöre sokak tipi tekerlekli sandalye giremiyor, ev tipi sandalye ise bin bir zahmetle. Sandalye ile ayna arasındaki boşlukta sıkışıp asansör zemin kata ininceye kadar tekerlekli sandalyeyi öne doğru kaldırmak suretiyle babamı asansöre sokabiliyoruz. Zemin kata inince de çile bitmiyor. Apartmanın otopark kısmından ev tipi küçük tekerlekli sandalyeyi yokuş yukarı itmek, Arnavut kaldırımlı sokakta ilerlemek hiç kolay değil. Kaslarınıza güvenip aşağıya ev tipiyle alıp orada sokak tipi sandalyeye geçirip delik deşik yollarda ben iterim derseniz dışarı çıkartabiliyorsunuz. Yoksa en fazla balkona çıkartabiliyorsunuz. Bedensel engelli bireylerin yaşamını kolay kılacak düzenlemeler yapılmadığı için sokakta onlarla çok fazla karşılaşamıyoruz. Bu yüzden sizin çocuğunuz da Şuşu gibi ilk kez tekerlekli sandalye ile karşılaşabilir. Kısa bir hikâye. Buna rağmen etkileyici ve eğlenceli. İnanın bana, aldığımdan beri kaç kez okudum  sayısını hatırlamıyorum. Görsellerde resimler yoluyla anlatılan yan hikâyeler var. Onu da alıp siz bulun.
Yazan Yıldıray Karakiya
Resimleyen Başak Günaçan
Redhouse Kidz
3+

8 Eylül 2014 Pazartesi

TOSTORAMANIN YAVRUSU



Severek okuduğumuz bir kitaptır Tostoraman'ın Yavrusu

Şimdiye kadar nasıl olmuş da hakkında yazmamışım, şaşırdım doğrusu

Madem ki evdeki minik kitap kurdu,

bu gece için seçti Tostoraman'ın Yavrusunu

Benim de görevim buraya yazmak yorumumuzu

 Tostoraman'ın Yavrusu bir devam kitabı. Henüz Tostoraman ile tanışmadıysanız bu yazı size bir fikir verecektir.
http://www.bikipak.blogspot.com.tr/2014/01/tostoraman.html

Tostoraman anlatır durur,
Hiçbir Tostoraman
Ormanın kuytusuna adım atmamalı aman aman

Karlı bir kış gecesi Tostoraman ve yavrusu mağaralarında oturmaktadırlar. Babası, yavrusunu koca, kötü kalpli fare hakkında uyarmaktadır. Aradan uzun yıllar geçmiştir. Tam olarak neye benzemektedir? Zihnini yoklar. Hatırladıklarını (korkunç kuvvetli, pullu ve uzun kuyruklu, gözleri ateş kuyusu gibi, korkunç bıyıkları diken gibi sert) anlatır ve  kolayca uykuya dalar. Ama minik yavru gözünü bir an olsun kırpmaz. Merak duygusu içini kemirmektedir. Daha fazla dayanamaz. Elinde Değnek Adam oyuncağı, yola çıkar. Değnek adamla tanışmak için tıklayın.
http://www.bikipak.blogspot.com.tr/2013/12/degnek-adam.html

Koca kötü farenin fiziksel özellikleri aklındadır. İzleri takip eder. Çeşitli hayvanlarla karşılaşır, tanışır. Konuştukça yeni bilgiler edinir. Bunların arasında koca kötü farenin en sevdiği yemekler de vardır! Fırından yeni çıkmış tostoraman, tostoramanlı pasta, tostoraman çayı. Onu kandırıp korkutmak istediklerinden emindir. Merak, gerilim artarken tipi de iyice şiddetlenir. Derken fareyi yuvasının önünü süpürürken görür. Küçük bir kır faresidir, tam ağzına lâyık. Ancak küçük fare tıpkı ilk kitapta olduğu gibi zekasıyla bu tehlikeden  de kurtulmayı başaracaktır.

Yazan Julia Donaldson

Resimleyen Axel Scheffler

Türkçeleştiren Yıldırım Türker

Popcore Yayınları

Okul öncesi






2 Eylül 2014 Salı

BABAANNEM KİME BENZİYOR?


Feridun Oral, Deniz ile sevdiğimiz bir yazar, çizer. Ama Babaannem Kime Benziyor? kitabına pek ısınamadım. Deniz de pek sevmemiş olacak ki, babasının kışın İstanbul'dan aldığı bu kitabı en fazla iki ya da üç kere okutturdu. Uzun bir aradan sonra tekrar okumamı istediğinde ikimiz için de sonuç aynıydı.

Feridun Oral, kitaplarında bizi önce bir kahramanla tanıştırır. Onun günlük alışkanlıklarını ve sorununu anlatır. Bir yolculuğa çıkartır. Karşılaştığı kişilerden yardım ister. En sonunda sorunu çözülür. Tüm bu hikâyeye şahane resimler eşlik eder. Dil her zaman Julia Donaldson ya da Sara Şahinkanat kitaplarında olduğu gibi kafiyeli, lirik değildir, ancak keyifle takip edilir. Bu kitap görünüşte farklı olsa da aslında yine benzer bir formül ile ilerliyor.

Kahramanımız Ali, resim yapmayı çok seven bir çocuk. Bir de ona masallar anlatan türlü komiklikler ve hayvan taklitleri yapan çok sevdiği babaannesi var. (Tanıştık) Bir sabah babaannesinin duvarda asılı fotoğrafına bakarken bir soru aklına takılır: “Dede babaannem kime benziyor?” (Sorun)

Uzun kulaklı bir tavşana mı benziyor?”

Babaannenin kulakları tavşanınki gibi uzun değil,

ama tavşanların çok sevdiği havuçlardan

havuçlu kek yapıyor.”

Her bir sayfada Ali babaannesini bir hayvana benzetir. Dedesi cevaplar. (Sorunu çözmek üzere çıkılan farklı kahramanlarla tanışılan yolculuk) Ve final.

Elinize geçerse okuyun. Ali'nin babaannesi bir köpeğe mi, ördeğe mi, geyiğe mi, ayıya mı, maymuna mı, file mi, foka mı, kaplana mı, ... benziyor bakın. ( Deniz uzun uzun inceledikten sonra bir geyiğe benzetti.) Ama alacaksanız, hele ki elinize alıp incelemeden, internetten sipariş verecekseniz bence ilk tercihiniz olmasın!

Yazan ve resimleyen Feridun Oral

YKY

Okul öncesi

27 Ağustos 2014 Çarşamba

KEMANCI AYI MASALI


Bikipak 40. haftasında!
Blogla beraber Deniz'in kitap sayısı da arttı hiç kuşkusuz. Deniz'in arşivine katmak istediğim kitapları alıyorum ancak yine de evimizdeki mütevazi çocuk kütüphanesi nicelik olarak yetersiz kalıyor. Bu yüzden okunacak yeni kitaplar bulmak için sık sık kütüphaneye gidiyoruz. Böylece hep aynı kitapları okumamış oluyoruz. Yeni yazarlar, yayınevleri keşfediyoruz. Ve en önemlisi Deniz için akşamları kitap seçme işi, asla eğlenceli olmaktan çıkmıyor! Okuduğu onlarca kitabı kapağından tanıması, isimlerini doğru söylemesi, kitap okumak işinden onun da benim kadar zevk aldığını gösteriyor. Mutlu oluyorum. Benim güzel projem tıkır tıkır yürüyor. Tabi her anne benim kadar şanslı değil. Örneğin Kemancı Ayı Masalı'ndaki anne. Sen tut, oğluna keman al, özel öğretmen tut, kendi tombul kısa parmaklarınla çıkartamadığın güzel sesleri çıkartabilsin, buna rağmen keman çalmayı sevmesin, gözlerinde bir damla yaş, itiraz etsin, hatta daha da ileri gitsin, kemanı ve yayı gizlice bahçeye atsın. Neyse canım bizim hikâyemiz, anneler ve proje çocukları hakkında değil ama hikâyenin çıkış noktasını oluşturan bu göndermeyi sevdim. Çocukların ayrı bir birey olduğunu, bizim eksik bıraktıklarımızı tamamlamak gibi bir gayeleri olmadığını aklımızdan bir an olsun çıkarmadan devam edelim masalımızı paylaşmaya.
Bingo, bir ayı. Ormanda yaşıyor.  Günün birinde duyduğu keman sesinden çok etkileniyor. Dokunaklı melodi ona çocukluğunu hatırlatıyor, annesini, babasını... Giderek daha çok meraklanıyor. Bu güzel sesi kim çıkarıyor? Nereden geliyor? Sesi takip edip evin yakınından dinlediği bir gün şans yüzüne gülüyor ve bizim proje oğlan kemanı ve yayı bahçeye atıyor. Bingo, hemen kapıyor yayı ve kemanı. Ama onun acemi ellerinde o güzel ses oluyor koca bir cızırtı! Komşuları kovalıyor, diyorlar "Bir pazar günümüz var hadi yürü bayır aşağı!" Bingo asla pes atmiyor. Kemanını çalacak sessiz bir köşe arıyor. Başına gelmedik kalmıyor. Her kapıdan kovuluyor. Sonunda bir su altı mağarası buluyor. Yaz bitiyor, sonbahar geçiyor, Bingo asla vazgeçmiyor. Kış uykusuna bile yenik düşmüyor. Ve sabrın sonu selamet, sabrın sonu başarı. Yaz gelip de tüm hayvanlar uyandığında şaşkınlıkla ormanı dolduran nefis keman sesini dinliyor. Biz kitabı çoook sevdik. Uzun ama eğlenceli, mutlu, umutlu  bir hikâye. Dili kafiyeli. Sesli okunması da bir o kadar eğlenceli. Üstelik sabırsız ve mükemmeliyetçi miniklere başarmak için çok çalışmanın ve tekrar etmenin gerekliliğini gösteriyor.
 
Yazan ve resimleyen Fatih Erdoğan
Mavibulut Yayınları
Okul öncesi

22 Ağustos 2014 Cuma

MEMO VE AY

Derin bir iç çekti. Hafifçe dudaklarını büzdü. “Bu kipakların hepsini okudum. Şimdi ne okıycam ben?” Kütüphaneye gittim. Ve evdeki minik kitap kurdunu eğlendirecek iki şahane kitap buldum. Biri şimdiden ikimizin de favorisi oldu. Her gece okuyoruz. Memo ve Ay, Alice Briere-Haquet'in yazdığı, Celia Chauffrey'in resimlediği hikâyeyi Sumru Ağıryürüyen türkçeleştirmiş. Yıldırım Türker'in türkçeleştirdiği Julia Donaldson hikâyeleri gibi eğlenceli, şiirli, şekerli bir dil. Tekrarlayan bölümleri çocukların hoşuna gidecek cinsten. (Okuduğum bunca güzel çocuk kitabından sonra sanırım başarılı çocuk kitaplarının ortak noktalarını yazabilirim. Buraya değil tabii. Diğer bloguma ayrı bir başlık altında. Takip etmek için bir tık.)
www.kurmacabiyografiler.blogspot.com
Dili çok beğenince Sumru Ağıryürüyen kimdir diye arama motoruna baktım. Müzisyen ve şarkı sözü yazarı olması beni şaşırtmadı. Kızımın vesilesiyle yeni bir müzisyen tanımış oldum. Siz de tanışmak isterseniz bir tık.)
https://www.youtube.com/watch?v=vqtJ8gSkmLQ&list=PL3B7C5D46B58D0BA6
Keyifli müzik molanız bittiyse, devam edebiliriz. Deniz ile evde otururken, oynarken aynı boyda kalmaya, göz kontağı kurmaya çalışıyorum. Sürekli onun boyuna indiğim için de aramızdaki boyut farkını unutuyorum. Ta ki dışarı çıkana kadar. Ona gösterdiğim şeyleri göremediğini söylediğinde (anne sesini duyuyorum ama göremiyorum örneğinde olduğu gibi) yere çömeliyorum ve dünyaya Deniz'in seviyesinden bakıyorum. O zaman bana anlamsız gelen korkularını anlayabiliyorum. Bu boyut farkından uzun uzun bahsetmemin sebebi, Memo'nun Deniz yaşlarında ufacık tefecik bir çocuk olması. Bu küçücük, kısacık Memo'nun çok sevdiği bir de annesi var.
Bu ufacık tefecik oğlancığın tüm isteği
bir hediye ile mutlu etmekti annesini.
Ama öyle bir hediye ki,
tam annesine layık:
Onun yüreği gibi kocaman,
şefkatli kucağı gibi sıcacık,
pırıl pırıl gülümseyişi gibi aydınlık.
En uygun hediye
geceleri yıldızlı gökyüzünde!
Değil mi ki, herkesin annesi bir tane,
gökteki Ay tam ona göre bir hediye!
İyi de Memo küçücük hâliyle aya nasıl uzansın? En iyisi babasından yardım alsın. Teşekkür olarak da aydan bir parça da babaya ayırsın. Baba, kuzenler, komşular, hiç tanımadığı insanlar... Iıı hâlâ ay çok uzakta. Hem bu kadar insana aydan bir parça verirse ne kalır ki annesine? Morali bozulan Memo, uzun bir yolculuğa çıkar. Yürür, yürür. Her yolculuk, yola çıkanı değiştirmez mi? Memo da değişir, az biraz da uzamış mıdır, nedir? Dünyanın etrafında bir koca turdan sonra Memo, herkesin yardımıyla aya tırmanır. Ay kocamandır. Vaat ettiği gibi herkese birer parça ay verdikten sonra bile annesine kocaman bir parça kalır. Birlikte üzerine tırmanırlar. Annesinin kucağında üzerine yatarlar.
Memo ve Ay, bir anne ve çocuğa alınabilecek en güzel hediye bence. Çok, çook sevdim. İçimi ısıttı. Geceleri birlikte okuyun ve sımsıkı sarılıp uyuyun.
Yazan Alice Briere-Haquet
Resimleyen Celia Chauffrey
Türkçeleştiren Sumru Ağıryürüyen
Mavibulut Yayıncılık
Okul öncesi

17 Ağustos 2014 Pazar

YAĞMURCU PRENS


Dört yaşındayken hava durumu benim için büyük bir muammaydı. Kışın çok soğuk yazın da çok sıcak olduğu için dışarı çıkamıyordum. Deniz'in her zaman dediği gibi, “Bu işte bir karışıklık var”dı. Ne zaman canım dışarıda oynamak, bikinimi giyip yüzmek istese kar ya da yağmur yağıyordu? Güneşi geri çağırmanın bir yolu bulunamaz mıydı?

İlk kez sanırım bu sebeple Tanrı üzerine düşündüm. Dört yaşında bana göre Tanrı bulutların üzerinde oturup güneş, yağmur, kar şekilli düğmelere basarak havayı değiştiren kişiydi. Yanılmışım, yağmur işine başka biri bakıyormuş. Yağmurcu Prens!

Yağmurcu Prens, bulutların üzerinde yaşayan ufak tefek tüy kadar hafif biri. Çok meşgul. Elinde bir alet çantası bütün gün o bulut benim bu bulut senin zıplayıp bulutların üstündeki muslukları açıyor. Böylece yağmur yağıyor. Bu hiç de kolay bir iş değil. Her zaman sulanması gereken tarlalar, dolması gereken barajlar var. Hep koşması, tek tek tüm bulutları açması gerekiyor. Bazen muslukları açtıktan sonra yorgunluktan uyuyakalıyor. Yağmur yağıyor da yağıyor.

Yağmurun bir türlü dinmediğini gören gürültücü bir şimşek, gökgürültüsüyle Yağmurcu Prens'i uyandırır. Minik prensimiz irkilerek uyanır ve uyku sersemliğiyle bağırır: “Ne çok yağmur yağmış! Acaba kaç saattir uyuyorum?”

Açıyor, yağıyor yağıyor, sel oluyor, kapatıyor, bitkiler boynunu büküyor, toprak kuruyor, kuraklık başlıyor. Bu döngü hiç bitmiyor. Prens hep bir yerlerde uyuyakalıyor. Bu uyku daha ne kadar sürecek Yağmurcu Prens? Koş Şengal dağlarına dudakları susuzluktan çatlamış bebekler, çocuklar seni bekliyor.
 

Yazan Gianni Rodari
Çizen Nicoletta Costa
Çeviren Tanay Burcu Ural Kopan
Marsık Yayıncılık
24 s kuşe ciltsiz
Okul öncesi

10 Ağustos 2014 Pazar

ZOGİ


Deniz'in kütüphanesindeki Julia Donaldson kitaplarının hepsi Ada'ya alınmış olanlardı. Bu hafta Deniz'e ilk Julia Donaldson kitabını aldım. Anlaşılan idefix paketini heyecanla bekleyen o değil, benmişim.
Paket açılıp da içinden kitaplar çıkınca Deniz'in yüzünde beliren öfke, hayal kırıklığı ve ağlamaklı ifadeyi ilk kez bayram sabahı annemlerde görmüştüm. Açtığı her paketten oyuncak çıkmasını bekleyen yaşa girmiş de haberim olmamış. Paketi büyük bir heyecanla açtı. İçinden Zogi'yi çıkardı. Baktı, kızdı, ve ağlayarak odasına kaçtı. “Kötü, kötü” diye söylendiğini işitiyordum. İşin fenası kötü olarak nitelendirdiğinin bizzat ben olduğumu da gayet iyi biliyordum. Yine de kitaba kötü dediğini düşünmek bana kendimi daha iyi hissettirecekti, inandım. Sonra kitabı açtım. İlk kez okuyacaktım. Deniz'in keyfinin yerine gelmesini bekleyemezdim. Belki de gerçekten kötüyümdür. Sesli, bağıra çağıra okumaya başladım. Bizimki odasından geldi bir süre sonra. Kaşlar çatık, mutsuz bir ifadeyle “Bu kipak kötü, hiç resmi yok, çok sıkıcı!” dedi. “Sen Julia Donaldson'ın kitaplarını çok seviyorsun. Julia Donaldson'ın yazdığı başka kitapların da var. Odana gidip onları da bulalım mı?” dedim. Birlikte gittik ve kitapları çıkartmaya başladık. Tostoraman'ın Yavrusu, Değnek Adam, Nohut Oda Bakla Sofa, Minik Balık, Yataktan Düşen Ayıcık, Süpürgede Yer Var mı?, Pırtık Tekir. Hepsini halının üzerine yaydık. Deniz araya Burun ve Papatya ve Koyunlar'ı da karıştırdı. Tüm bu kitapları tek tek okuduktan sonra Zogi'yi okumamı istedi. İtiraf etmeliyim yoruldum ama kitabı sevdi. Ben de!

Zogi, bir yavru ejderha! Ana okulunda ilk yılı. Her yıl sadece bir konu üzerinde çalışırlar. Sabırla aynı şeyi bir daha bir daha yaparlar. O günün en iyisi de bir altın yıldız kazanır. İlk yılın konusu uçmaktır. Öğretmenleri “daha yükseğe daha yükseğe uçun” derken Zogi birden bir ağaca çakılır ve yere düşer. O sırada elinde ilk yardım çantası ile ormandan geçen küçük kız ona yardım teklif eder. “Lütfen ağlama artık minik ejder. Şimdi başına güzel bir bant yapıştırırım hepsi geçer.” İkinci yıl kükremeyi öğrenirler. Zogi öyle çok kükrer ki zavallıcığın sonunda sesi kısılır. Neyse ki ormanda elinde ilk yardım çantasıyla dolaşan bir küçük kız vardır. Zogi'ye bu sefer de naneli pastil verir. Üçüncü yıl alev püskürtmeyi öğrenirken kanadını yakar, küçük kız gene çıkagelir ve kanadına güzel bir bandaj yapar. Dördüncü yıl prenses kaçırmaları gerekmektedir. Zogi, prenses kaçırmak için bir kuleye gider ancak başına gelmEyen kalmaz: Başından aşağı bir kova su dökülür, mızrakla saldırıya uğrar, bir nine tahta kaşıkla ayaklarına vurur, bir ayı kuyruğunu ısırır. Perişan bir hâlde yerde oturmuş ağlarken küçük kız yanına gelir.
“Acaba” demiş kız, “kaçırmak ister miydin beni? Benim adım Prenses İnci.”
“Ay, ne iyi bir fikir” demiş Zogi. Havalanıp uçmuşlar birlikte, Prenses sıkı sıkı tutunmuş ona, fırr fırr diye dolanırken mavi gökte.
“Şu işe bakın” demiş Bayan Ejderha, “İlk prensesimiz geldi! Kazandın altın yıldızı, tebrikler minik Zogi!”
Prenses İnci ejderhalarla birlikte kalır. Yaralandıklarında, hastalandıklarında onlara bakar ta ki ertesi sene savaşmayı öğrenme dersi başlayana kadar. Cesur Prens, Prenses İnci'yi kurtarmaya gelir. Zogi ile tam savaşmaya başlayacakken Prenses İnci öne fırlar onları durdurur.
“DURUN, sizi şapşallar! Dünyada zaten yeterince kesik, yanık, yara bere var. Kurtarma beni! Geri dönüp bir prenses olmayacağım, O süslü püslü, aptal elbiseler içinde sarayda salınıp durmayacağım. Doktor olmak ,stiyorum ben, dere tepe dolaşıp
İnsanların dertlerini dinlemek, onları iyileştirmek istiyorum ben.”
Ve finale doğru kitabın güzel sürprizi gelir. Şövalye “Ben de!” diye haykırır ve başından miğferini çıkarır. Zogi de onların uçan ambulansı olmaya karar verir. Öğretmen onları tebrik eder, öğrenciler de kükreyerek onları kutlar. Uçan doktorlar ufka doğru uzaklaşır.

Yazan Julia Donaldson 
Resimleyen Axel Scheffler
Çeviren Ali Berktay
İş Bankası Kültür Yayınları
Okul öncesi