Bu Blogda Ara

27 Ağustos 2014 Çarşamba

KEMANCI AYI MASALI


Bikipak 40. haftasında!
Blogla beraber Deniz'in kitap sayısı da arttı hiç kuşkusuz. Deniz'in arşivine katmak istediğim kitapları alıyorum ancak yine de evimizdeki mütevazi çocuk kütüphanesi nicelik olarak yetersiz kalıyor. Bu yüzden okunacak yeni kitaplar bulmak için sık sık kütüphaneye gidiyoruz. Böylece hep aynı kitapları okumamış oluyoruz. Yeni yazarlar, yayınevleri keşfediyoruz. Ve en önemlisi Deniz için akşamları kitap seçme işi, asla eğlenceli olmaktan çıkmıyor! Okuduğu onlarca kitabı kapağından tanıması, isimlerini doğru söylemesi, kitap okumak işinden onun da benim kadar zevk aldığını gösteriyor. Mutlu oluyorum. Benim güzel projem tıkır tıkır yürüyor. Tabi her anne benim kadar şanslı değil. Örneğin Kemancı Ayı Masalı'ndaki anne. Sen tut, oğluna keman al, özel öğretmen tut, kendi tombul kısa parmaklarınla çıkartamadığın güzel sesleri çıkartabilsin, buna rağmen keman çalmayı sevmesin, gözlerinde bir damla yaş, itiraz etsin, hatta daha da ileri gitsin, kemanı ve yayı gizlice bahçeye atsın. Neyse canım bizim hikâyemiz, anneler ve proje çocukları hakkında değil ama hikâyenin çıkış noktasını oluşturan bu göndermeyi sevdim. Çocukların ayrı bir birey olduğunu, bizim eksik bıraktıklarımızı tamamlamak gibi bir gayeleri olmadığını aklımızdan bir an olsun çıkarmadan devam edelim masalımızı paylaşmaya.
Bingo, bir ayı. Ormanda yaşıyor.  Günün birinde duyduğu keman sesinden çok etkileniyor. Dokunaklı melodi ona çocukluğunu hatırlatıyor, annesini, babasını... Giderek daha çok meraklanıyor. Bu güzel sesi kim çıkarıyor? Nereden geliyor? Sesi takip edip evin yakınından dinlediği bir gün şans yüzüne gülüyor ve bizim proje oğlan kemanı ve yayı bahçeye atıyor. Bingo, hemen kapıyor yayı ve kemanı. Ama onun acemi ellerinde o güzel ses oluyor koca bir cızırtı! Komşuları kovalıyor, diyorlar "Bir pazar günümüz var hadi yürü bayır aşağı!" Bingo asla pes atmiyor. Kemanını çalacak sessiz bir köşe arıyor. Başına gelmedik kalmıyor. Her kapıdan kovuluyor. Sonunda bir su altı mağarası buluyor. Yaz bitiyor, sonbahar geçiyor, Bingo asla vazgeçmiyor. Kış uykusuna bile yenik düşmüyor. Ve sabrın sonu selamet, sabrın sonu başarı. Yaz gelip de tüm hayvanlar uyandığında şaşkınlıkla ormanı dolduran nefis keman sesini dinliyor. Biz kitabı çoook sevdik. Uzun ama eğlenceli, mutlu, umutlu  bir hikâye. Dili kafiyeli. Sesli okunması da bir o kadar eğlenceli. Üstelik sabırsız ve mükemmeliyetçi miniklere başarmak için çok çalışmanın ve tekrar etmenin gerekliliğini gösteriyor.
 
Yazan ve resimleyen Fatih Erdoğan
Mavibulut Yayınları
Okul öncesi

22 Ağustos 2014 Cuma

MEMO VE AY

Derin bir iç çekti. Hafifçe dudaklarını büzdü. “Bu kipakların hepsini okudum. Şimdi ne okıycam ben?” Kütüphaneye gittim. Ve evdeki minik kitap kurdunu eğlendirecek iki şahane kitap buldum. Biri şimdiden ikimizin de favorisi oldu. Her gece okuyoruz. Memo ve Ay, Alice Briere-Haquet'in yazdığı, Celia Chauffrey'in resimlediği hikâyeyi Sumru Ağıryürüyen türkçeleştirmiş. Yıldırım Türker'in türkçeleştirdiği Julia Donaldson hikâyeleri gibi eğlenceli, şiirli, şekerli bir dil. Tekrarlayan bölümleri çocukların hoşuna gidecek cinsten. (Okuduğum bunca güzel çocuk kitabından sonra sanırım başarılı çocuk kitaplarının ortak noktalarını yazabilirim. Buraya değil tabii. Diğer bloguma ayrı bir başlık altında. Takip etmek için bir tık.)
www.kurmacabiyografiler.blogspot.com
Dili çok beğenince Sumru Ağıryürüyen kimdir diye arama motoruna baktım. Müzisyen ve şarkı sözü yazarı olması beni şaşırtmadı. Kızımın vesilesiyle yeni bir müzisyen tanımış oldum. Siz de tanışmak isterseniz bir tık.)
https://www.youtube.com/watch?v=vqtJ8gSkmLQ&list=PL3B7C5D46B58D0BA6
Keyifli müzik molanız bittiyse, devam edebiliriz. Deniz ile evde otururken, oynarken aynı boyda kalmaya, göz kontağı kurmaya çalışıyorum. Sürekli onun boyuna indiğim için de aramızdaki boyut farkını unutuyorum. Ta ki dışarı çıkana kadar. Ona gösterdiğim şeyleri göremediğini söylediğinde (anne sesini duyuyorum ama göremiyorum örneğinde olduğu gibi) yere çömeliyorum ve dünyaya Deniz'in seviyesinden bakıyorum. O zaman bana anlamsız gelen korkularını anlayabiliyorum. Bu boyut farkından uzun uzun bahsetmemin sebebi, Memo'nun Deniz yaşlarında ufacık tefecik bir çocuk olması. Bu küçücük, kısacık Memo'nun çok sevdiği bir de annesi var.
Bu ufacık tefecik oğlancığın tüm isteği
bir hediye ile mutlu etmekti annesini.
Ama öyle bir hediye ki,
tam annesine layık:
Onun yüreği gibi kocaman,
şefkatli kucağı gibi sıcacık,
pırıl pırıl gülümseyişi gibi aydınlık.
En uygun hediye
geceleri yıldızlı gökyüzünde!
Değil mi ki, herkesin annesi bir tane,
gökteki Ay tam ona göre bir hediye!
İyi de Memo küçücük hâliyle aya nasıl uzansın? En iyisi babasından yardım alsın. Teşekkür olarak da aydan bir parça da babaya ayırsın. Baba, kuzenler, komşular, hiç tanımadığı insanlar... Iıı hâlâ ay çok uzakta. Hem bu kadar insana aydan bir parça verirse ne kalır ki annesine? Morali bozulan Memo, uzun bir yolculuğa çıkar. Yürür, yürür. Her yolculuk, yola çıkanı değiştirmez mi? Memo da değişir, az biraz da uzamış mıdır, nedir? Dünyanın etrafında bir koca turdan sonra Memo, herkesin yardımıyla aya tırmanır. Ay kocamandır. Vaat ettiği gibi herkese birer parça ay verdikten sonra bile annesine kocaman bir parça kalır. Birlikte üzerine tırmanırlar. Annesinin kucağında üzerine yatarlar.
Memo ve Ay, bir anne ve çocuğa alınabilecek en güzel hediye bence. Çok, çook sevdim. İçimi ısıttı. Geceleri birlikte okuyun ve sımsıkı sarılıp uyuyun.
Yazan Alice Briere-Haquet
Resimleyen Celia Chauffrey
Türkçeleştiren Sumru Ağıryürüyen
Mavibulut Yayıncılık
Okul öncesi

17 Ağustos 2014 Pazar

YAĞMURCU PRENS


Dört yaşındayken hava durumu benim için büyük bir muammaydı. Kışın çok soğuk yazın da çok sıcak olduğu için dışarı çıkamıyordum. Deniz'in her zaman dediği gibi, “Bu işte bir karışıklık var”dı. Ne zaman canım dışarıda oynamak, bikinimi giyip yüzmek istese kar ya da yağmur yağıyordu? Güneşi geri çağırmanın bir yolu bulunamaz mıydı?

İlk kez sanırım bu sebeple Tanrı üzerine düşündüm. Dört yaşında bana göre Tanrı bulutların üzerinde oturup güneş, yağmur, kar şekilli düğmelere basarak havayı değiştiren kişiydi. Yanılmışım, yağmur işine başka biri bakıyormuş. Yağmurcu Prens!

Yağmurcu Prens, bulutların üzerinde yaşayan ufak tefek tüy kadar hafif biri. Çok meşgul. Elinde bir alet çantası bütün gün o bulut benim bu bulut senin zıplayıp bulutların üstündeki muslukları açıyor. Böylece yağmur yağıyor. Bu hiç de kolay bir iş değil. Her zaman sulanması gereken tarlalar, dolması gereken barajlar var. Hep koşması, tek tek tüm bulutları açması gerekiyor. Bazen muslukları açtıktan sonra yorgunluktan uyuyakalıyor. Yağmur yağıyor da yağıyor.

Yağmurun bir türlü dinmediğini gören gürültücü bir şimşek, gökgürültüsüyle Yağmurcu Prens'i uyandırır. Minik prensimiz irkilerek uyanır ve uyku sersemliğiyle bağırır: “Ne çok yağmur yağmış! Acaba kaç saattir uyuyorum?”

Açıyor, yağıyor yağıyor, sel oluyor, kapatıyor, bitkiler boynunu büküyor, toprak kuruyor, kuraklık başlıyor. Bu döngü hiç bitmiyor. Prens hep bir yerlerde uyuyakalıyor. Bu uyku daha ne kadar sürecek Yağmurcu Prens? Koş Şengal dağlarına dudakları susuzluktan çatlamış bebekler, çocuklar seni bekliyor.
 

Yazan Gianni Rodari
Çizen Nicoletta Costa
Çeviren Tanay Burcu Ural Kopan
Marsık Yayıncılık
24 s kuşe ciltsiz
Okul öncesi

10 Ağustos 2014 Pazar

ZOGİ


Deniz'in kütüphanesindeki Julia Donaldson kitaplarının hepsi Ada'ya alınmış olanlardı. Bu hafta Deniz'e ilk Julia Donaldson kitabını aldım. Anlaşılan idefix paketini heyecanla bekleyen o değil, benmişim.
Paket açılıp da içinden kitaplar çıkınca Deniz'in yüzünde beliren öfke, hayal kırıklığı ve ağlamaklı ifadeyi ilk kez bayram sabahı annemlerde görmüştüm. Açtığı her paketten oyuncak çıkmasını bekleyen yaşa girmiş de haberim olmamış. Paketi büyük bir heyecanla açtı. İçinden Zogi'yi çıkardı. Baktı, kızdı, ve ağlayarak odasına kaçtı. “Kötü, kötü” diye söylendiğini işitiyordum. İşin fenası kötü olarak nitelendirdiğinin bizzat ben olduğumu da gayet iyi biliyordum. Yine de kitaba kötü dediğini düşünmek bana kendimi daha iyi hissettirecekti, inandım. Sonra kitabı açtım. İlk kez okuyacaktım. Deniz'in keyfinin yerine gelmesini bekleyemezdim. Belki de gerçekten kötüyümdür. Sesli, bağıra çağıra okumaya başladım. Bizimki odasından geldi bir süre sonra. Kaşlar çatık, mutsuz bir ifadeyle “Bu kipak kötü, hiç resmi yok, çok sıkıcı!” dedi. “Sen Julia Donaldson'ın kitaplarını çok seviyorsun. Julia Donaldson'ın yazdığı başka kitapların da var. Odana gidip onları da bulalım mı?” dedim. Birlikte gittik ve kitapları çıkartmaya başladık. Tostoraman'ın Yavrusu, Değnek Adam, Nohut Oda Bakla Sofa, Minik Balık, Yataktan Düşen Ayıcık, Süpürgede Yer Var mı?, Pırtık Tekir. Hepsini halının üzerine yaydık. Deniz araya Burun ve Papatya ve Koyunlar'ı da karıştırdı. Tüm bu kitapları tek tek okuduktan sonra Zogi'yi okumamı istedi. İtiraf etmeliyim yoruldum ama kitabı sevdi. Ben de!

Zogi, bir yavru ejderha! Ana okulunda ilk yılı. Her yıl sadece bir konu üzerinde çalışırlar. Sabırla aynı şeyi bir daha bir daha yaparlar. O günün en iyisi de bir altın yıldız kazanır. İlk yılın konusu uçmaktır. Öğretmenleri “daha yükseğe daha yükseğe uçun” derken Zogi birden bir ağaca çakılır ve yere düşer. O sırada elinde ilk yardım çantası ile ormandan geçen küçük kız ona yardım teklif eder. “Lütfen ağlama artık minik ejder. Şimdi başına güzel bir bant yapıştırırım hepsi geçer.” İkinci yıl kükremeyi öğrenirler. Zogi öyle çok kükrer ki zavallıcığın sonunda sesi kısılır. Neyse ki ormanda elinde ilk yardım çantasıyla dolaşan bir küçük kız vardır. Zogi'ye bu sefer de naneli pastil verir. Üçüncü yıl alev püskürtmeyi öğrenirken kanadını yakar, küçük kız gene çıkagelir ve kanadına güzel bir bandaj yapar. Dördüncü yıl prenses kaçırmaları gerekmektedir. Zogi, prenses kaçırmak için bir kuleye gider ancak başına gelmEyen kalmaz: Başından aşağı bir kova su dökülür, mızrakla saldırıya uğrar, bir nine tahta kaşıkla ayaklarına vurur, bir ayı kuyruğunu ısırır. Perişan bir hâlde yerde oturmuş ağlarken küçük kız yanına gelir.
“Acaba” demiş kız, “kaçırmak ister miydin beni? Benim adım Prenses İnci.”
“Ay, ne iyi bir fikir” demiş Zogi. Havalanıp uçmuşlar birlikte, Prenses sıkı sıkı tutunmuş ona, fırr fırr diye dolanırken mavi gökte.
“Şu işe bakın” demiş Bayan Ejderha, “İlk prensesimiz geldi! Kazandın altın yıldızı, tebrikler minik Zogi!”
Prenses İnci ejderhalarla birlikte kalır. Yaralandıklarında, hastalandıklarında onlara bakar ta ki ertesi sene savaşmayı öğrenme dersi başlayana kadar. Cesur Prens, Prenses İnci'yi kurtarmaya gelir. Zogi ile tam savaşmaya başlayacakken Prenses İnci öne fırlar onları durdurur.
“DURUN, sizi şapşallar! Dünyada zaten yeterince kesik, yanık, yara bere var. Kurtarma beni! Geri dönüp bir prenses olmayacağım, O süslü püslü, aptal elbiseler içinde sarayda salınıp durmayacağım. Doktor olmak ,stiyorum ben, dere tepe dolaşıp
İnsanların dertlerini dinlemek, onları iyileştirmek istiyorum ben.”
Ve finale doğru kitabın güzel sürprizi gelir. Şövalye “Ben de!” diye haykırır ve başından miğferini çıkarır. Zogi de onların uçan ambulansı olmaya karar verir. Öğretmen onları tebrik eder, öğrenciler de kükreyerek onları kutlar. Uçan doktorlar ufka doğru uzaklaşır.

Yazan Julia Donaldson 
Resimleyen Axel Scheffler
Çeviren Ali Berktay
İş Bankası Kültür Yayınları
Okul öncesi

3 Ağustos 2014 Pazar

MİNİK BALIK


Minik Balık, Deniz'e çok keyif alarak okuduğum kitaplardan birisi. Uzun zamandır okumadığımızı fark edince Deniz'e Minik Balık'ı okumayı teklif ettim. O da beni kırmadı. Nasıl kırabilir? Henüz isimlerini bilmese de o da Julia Donaldson ve Axel Scheffler hayranı. Her zaman okuduğumuz hikâyelerin konusunu ve görsellerini uzun uzun anlatmıyorum. Kabaca anlatıyor, merak uyandırmaya çalışıyorum. Ama Minik Balık kısaca anlatılamayacak kadar özel bir kitap.

Hikâyenin kahramanı Minik Balık, okula giden sıradan bir öğrencidir. Onu diğer öğrencilerden ayıran iki özelliği vardır: Sürekli derse geç kalması ve uçsuz bucaksız hayal gücü. Öğretmen Bayan Yassıkuyruk ne zaman sınıfta yoklama alsa Minik Balık yoktur. Sınıfa geldiğinde neden geç kaldığına dair her zaman yeni ve ilginç bir hikâyesi vardır: Bir denizatıyla gezintiye çıkmak, bir vatozla gezmek, bir yunusla dalmak, bir gemi enkazında oynarken hazine sandığında kilitli kalmak ve bir denizkızı tarafından kurtarılmak gibi. Arkadaşları onun hikâyelerini saçma bulur ve inanmaz. Küçük Pıtır Dülgerbalığı hariç! O, Minik Balık'ın hikâyelerini sever ve her gün eve gittiğinde büyükannesine anlatır. Büyükannesi de pisibalığına, pisibalığı denizyıldızına, denizyıldızı bir fokbalığına ve hikâyeler dilden dile yayılır.

Bir gün Minik Balık okula giderken dalgın bir şekilde anlatabileceği en ilginç hikâyeyi düşünürken balıkçıların ağına takılır. (İlginç hikâye anlatılmamış ama resmedilmiştir: Minik Balık tıpası kapalı bir şişe içindedir. Etrafı penguenlerle çevrilidir. Şişenin içinde elbette bir not da yazılıdır.) Minik Balık o denli dalmıştır ki anlatacağı hikâyeye, ağa takıldığını fark etmez bile. Balıkçılar onu görünce çok ufak olduğu için tekrar denize atarlar ancak okuldan ve evinden çok uzaklaşmıştır. Çok korkar hatta bir Tostoraman balığı tarafından kovalanır. (Pırtık Tekir kitabında Deniz elinde Tostoraman oyuncağı tutan çocuğu fark etmişti. Bakalım bunu ne zaman fark edecek?) Daireler çizerek kaçar, yosunların arasına saklanır. Sonra bir hamsi sürüsünün kendi hikâyelerini anlattığını fark eder. Hikâyelerin izini sürerek saat üç buçukta tam okul dağılırken gelir. Neden geç kaldığını anlatmaya koyulur. Ancak Küçük Pıtır Dülgerbalığı hariç hiç kimse ona inanmamaktadır.

Ama bu öyle basit bir hikâye değil,” dedi Küçük Pıtır Dülgerbalığı. Ve bu hikâyeyi yazar bir arkadaşına anlattı. Yazar da bu hikâyeyi SİZİN İÇİN yazdı.

Bu yazar dalgıç kıyafetleri içinde elinde bir not defteri ve kalem tutan, gözlerini kocaman açmış Julia Donaldson'dan başkası değildir.
Yazan Julia Donaldson
Çizen Axel Scheffler
Çeviren Nevin Avan Özdemir
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Okul öncesi