Bu Blogda Ara

24 Aralık 2014 Çarşamba

HİÇ HATA YAPMAYAN KIZ

Deniz, temkinli, hata yapmaktan çekinen bir çocuk.
İlk ayağa kalkma denemelerini hatırlıyorum da tekli koltuğa tutunup ayağa kalkmaya yeltendiği bir gün koltuk geriye doğru kayınca hemen yere oturmuş önündeki oyuncakla oynamaya başlamıştı. Gözlerime inanamamıştım. Sanki kalkmayı hiç istememiş gibi vazgeçmişti. O günden sonra tutunarak kalkarken işini sağlama alıp ağır mobilyalardan faydalandı. Deniz için bu bir istisna değildi elbette.Yapabileceğinden emin olana kadar ertelemek tam onun tarzı.
Bugünlerde yeterince güzel resim yapamadığını düşünüyor. Bu yersiz endişesini aşmak için onunla daha çok resim yapmaya başladım. Her defasında renkleri ne kadar güzel kullandığını, resim yapmanın çok eğlenceli olduğunu, ikimizin de harika resimler çizdiğini söylüyorum ona. (Özellikle çocuklarda resim yapamama korkusu ile ilgili iki güzel kitap tavsiye edebilirim Peter H. Reynolds'ın Altın Kitaplar'dan yayımlanan Nokta ve Mış Gibi kitapları. Bizde her iki kitap var ve bloğa bunlarla ilgili bir de yazı yazmıştım. Yazıya ulaşmak için aşağıdaki bağlantıyı tıklayın.)
http://bikipak.blogspot.com.tr/2014/10/noktanin-gucu.html
Deniz'in okul arkadaşlarını tanıdıkça "en iyi, en mükemmel, hep birinci olma" hâlinin, isteğinin o yaş grubunda yaygın olduğunu gördüm. İlk kez evlerinden çıkıp yaşıtlarıyla bir araya gelen, bazen kazanan, bazen kaybeden miniklere her zaman mükemmel olmanın çok yorucu olduğunu, her zaman her şeyi hatasız yapamayacaklarını, önemli olanın eğlenmek olduğunu anlatmak, onları ikna etmek hiç de kolay değil. Bu işi bir kitaba bırakmaya ne dersiniz?
Hiç Hata Yapmayan Kız miniklerin ve de büyüklerin mükemmellik takıntısına iyi gelecek bir kitap. Kitabın kahramanı Betül okura önemli bir ders veriyor: Hatalardan ders almak, gülmek ve oluruna bırakmak. Evet bu kitap, mesaj veriyor ama merak etmeyin bunu parmağını sallayan, didaktik bir öğretmen edasıyla yapmıyor. Dün gece kaç kez okuduğumuzu hatırlamıyorum. Özellikle Betül ilk hatasını yapmak üzereyken çok güldük, o sayfayı dönüp dönüp tekrar okuduk.



Kitabın kahramanı Betül son üç yıldır okulda düzenlenen yetenek yarışmasının birincisi. Yaptığı hokkabazlık gösterilerinde asla hata yapmıyor, sadece gösterilerde mi, evde, derste, sokakta, kısaca o bir kusursuz. Öyle ki komşuları adını bile bilmiyor, ona "Hiç Hata Yapmayan Kız" diyorlar. Evlerinin önü her daim gazeteciler ve hayranlarıyla dolu. Oysa kardeşi Kaan ne kadar rahat. Elleri yerine ayaklarıyla piyano çalıyor, pastel boya yerine haşlanmış fasulye ile boyama yapıyor. Kimsenin kınadığı yok çünkü "Hiç Hata Yapmayan Oğlan" değil o, sadece Kaan.
Sıradan gibi başlayan bir gününe tanık oluyoruz Betül'ün ancak o gün hiç de sıradan değil, Betül'ün neredeyse ilk hatasını yapacağı gün!
"Ben getiririm," dedi Betül. Buzdolabına doğru gitti ve dolaptaki en büyük, en güzel görünen yumurtaları özenle seçti. Tam geri dönerken ayağı kayıp yere yuvarlandı. Yumurtalar havaya uçtu. "Yumurtaları havada yakalamalıyım," dedi. Galiba Betül ilk hatasını yapmak üzereydi! Ama öyle olmadı! "Öff, neredeyse hata yapacaktım!" diye sıkıntılandı* Betül.
Neredeyse hata yapacak olmak Betül'ü öyle kaygılandırır ki bu korku yüzünden derste parmak kaldıramaz, arkadaşlarıyla paten kaymaya gidemez gün boyu. Eğlenebileceği pek çok etkinliğe dahil olmaktan kaçınır. Gösteri saati yaklaştıkça endişesi artar. Dördüncü kez yetenek yarışmasının birincisi olabileceğinden hiç de emin değildir. Nitekim korktuğu başına gelir ancak bunu utanılacak bir anı olarak hatırlamayacaktır! "Hiç Hata Yapmayan Kız" olmak yerine sadece Betül olmak çok daha eğlencelidir.
*sıkıntılandı" kelimesi kulağımı çok tırmaladığı için her defasında düşündü diye okuyorum bu bölümü. Çeviride daha uygun bir kelime tercih edilebilirdi bence.
Yazan Mark Pett, Gary Rubinstein
Resimleyen Mark Pett
Çeviren Meltem Özdemir
1001 Çiçek Kitaplar
Okul öncesi

20 Aralık 2014 Cumartesi

ANAHTAR

Bazı kitapların kapakları "al beni, oku beni" diye bağırıyor. Anahtar da o kitaplardan biri. 
Ön kapağında, kapı aralığından bakan üç afacan oğlan var, küçük, ortanca ve büyük. Arka kapakta ise büyük ağabey kardeşlerine Kurt İle Yedi Keçi Yavrusu'nu okuyor. Üç kardeş belli ki bu masalı biliyor. Ya siz? Hatırlamak için;
Hani çocukların kendini oyuna kaptırdıkları anlar vardır. Dışarıda top patlasa duymazlar. Belki kırk üçüncü kez aynı oyunu tekrarlıyorlardır, sessizce, zevkle... Ortalık dağılsa da o kıymetli, annenin çağrılmadığı anlarda bir anne ne yapar? Evin dağılan diğer alanlarını toplar, kendini mutfağa atar, bir sonraki öğünü planlar. Öyle bir sahne canlandırın gözünüzün önünde. 
Üç afacanın annesi, salona kafasını uzatıyor, bakıyor ortalık süt liman, çorba pişirmek için mutfağa dönüyor. Patatesleri soymaya başlıyor. 
Fakat sonra bir de baktı ki patatesler yetmeyecek.
Hem birkaç soğan gerek, biraz da mercimek.
Köydeki markete gitmeli hemen, 
yoksa oğlanlar akşama çorba içemeyecek.
Çocuklar kendisiyle gelmek istemeyince onları sıkıca tembihliyor: 
"Peki öyleyse. Ben hemen döneceğim, merak etmeyin. 
Ben dönene kadar kimseye kapıyı açayım demeyin!"
Anne, anahtarını evde unuttuğundan habersiz alışverişini tamamlayıp geliyor. Ee insanlık hâli, olur böyle unutkanlıklar diye düşünüyor ve  zili çalıyor. İşte cümbüş ondan sonra kopuyor. Çocuklar kapıyı açmayınca onlara verdiği öğüdü hatırlıyor. Mektup aralığına eğilip içeri sesleniyor.
"Çocuklar, benim ben, 
bir tanecik anneniz!
Anahtarımı unuttum,
haydi açın kapıyı!"
Anneleri hiçbir şey unutmadığına göre kapıdaki kim? Çocukları ikna edip içeri girmek hiç de kolay değil!

Yazan Isabelle Flas 
Resimleyen Annick Mason 
Çeviren Acar Erdoğan 
Mavibulut Yayınları
Okul öncesi

8 Aralık 2014 Pazartesi

KIZIL AĞAÇ

İyi bir çocuk kitabının olmazsa olmazıdır metne uygun çizilmiş resimler. Çocuk oradan ana hikâyeyi takip eder, hatta iyi çocuk kitaplarında ikinci bir resimli hikâye daha vardır metinde hiç bahsedilmeyen (örn: Bekçi Amos'un Hastalandığı Gün- Fare ve kuşun resimlerle ilerleyen dostluk hikâyesi ana metinde anlatılan kadar sıcaktır, içinize işler.)
Deniz resimli hikâye kitaplarının dinlediğinden fazlası olduğunun farkında. Okuduğumuz her kitapta yan resimler arıyor. Daha önce okuduğumuz yazarların başka kitaplarına ait göndermeleri bulmaya bayılıyor. (Örn. Annemin Çantası kitabında annenin çocuklarına okuduğu Üç Kedi Bir Dilek kitabını fark etmesi gibi) Son zamanlarda ben metni okuduktan sonra o da benim ardımdan aynı cümleyi tekrarlıyor. Harflerle seslerin bağını çözme konusunda oldukça hevesli. “D” harfini gördüğünde neredeyse havalara uçuyor, “Anne bak, Deniz'in d'si”.
Ben de giderek onu daha çok şaşırtacak, düşündürtecek kitaplar bulup getiriyorum. Son tanıştığımız yazar ise Shaun Tan. Okumaya Kızıl Ağaç ile başladık. Kayıp Şey'i henüz göstermedim, Uzak ise hâlâ temin aşamasında. Sevgili idefix duy artık sesimi.
Kızıl Ağaç iyi resimle desteklenen bir metinden çok daha fazlası, nasıl desem metne ihtiyacı olmayan, derdini resimlerle gayet iyi anlatan bir kitap bu. Bakmayın siz resimlerdeki kasvete... Böyle de karamsar kitap olur mu, okumam ben çocuğuma demeyin. Hüzün, iç sıkıntısı sadece büyüklere mi mahsus? Deniz bile şimdiden başladı “Anne canım sıkıldı” demeye. Hep aklımda olan “Anne canım sıkıldı” kavanozlarından yapmalıyım sanırım. Hemen google'a Mom i'm bored jar yazın ve birbirinden yaratıcı cansıkıntısısavarları görün. Kitaba geri dönecek olursak;

Kızıl Ağaç'ı da Deniz'e aldığım pek çok yeni kitap gibi önce ben okudum, üstelik tıpkı hikâyenin kahramanı gibi keyifsiz başladığım bir günde. “Bazen gün doğar ve hiç umut getirmez beraberinde ve gitgide kötüleşir her şey,” Bir çocuk kitabının açılış cümlesi için çok mu kasvetli? Kim demiş çocukların hayatı her zaman toz pembe diye? Bazen onların da canı sıkılır, dudakları sarkar, gözyaşları yanaklarından yuvarlanır ama bir küçük şaka, oyun, tatlı söz onları kendine getirmeye, gülümsetmeye, umudu yeşertmeye yeter. 
Öyle günler vardır, bilirsiniz. Dünyanın bütün dertleri sizin üzerinizdedir. Dünyanın bütün ağaçları, yapraklarını sizin odanıza dökmüştür. Çıkacak, karışacaksınızdır güne, ah şu kapının önünü kapatan yığınla yaprak olmasa... Orası eşiktir aslında. Kendinizde devam edecek gücü bulursanız, çıkarsanız yataktan, koyulursanız yola, ne denli yalnız, yorgun, amaçsız da hissetseniz de bakarsınız sizi gülümsetecek bir şey oluvermiş. İnanın bana -en azından bir kitap okuma süresince- çevirin sayfaları, her şeyin tükendiği, günün başladığı gibi biteceğini hissettiğiniz noktada umudun birdenbire geldiğini göreceksiniz. Ve yüzünüzde kocaman bir tebessüm belirecek. Bir şey değişmese dahi her şeyin yoluna gireceğine dair inancınız artacak.
Deniz okuyunca ne mi yaptı? Gözleri mutlulukla parladı, kollarını iki yana açıp "Yaşasın!" diye bağırdı. Shaun Tan'ın çizgilerinin sizi etkilemesi için okumayı bilmek gerekmiyor, bakmak yeterli.



Yazan ve çizen Shaun Tan
Çeviri Seda Ersavcı

İthaki Yayınları  

1 Aralık 2014 Pazartesi

YA SONRA?

Tudem yayınlarından Ekim ayında çıkan Balık Tutma Dersi kitabı dikkatimi çekmiş, Deniz'e alınacak kitaplar listesine girmişti. Sürdürülebilir Yaşam Film Festivalinde gösterilen Kimin Umrunda? (Who Cares) filminde aynı anekdottan sanki anonimmiş gibi bahsedilince tekrar aklıma düştü ve festivali takip eden günlerde aldım.
Metin Heinrich Böll'e ait, hikâyeyi aslına uygun olarak Bernard Friot kısaltarak uyarlamış, Emile Bravo ise resimlemiş. Bir çocuğun kütüphanesinde olmazsa olmaz!
Deniz'e bu aralar neden sorusuna “İşte” diye cevap vermemesi gerektiğini, “İşte”nin bir cevap olmadığını, ne düşündüğünü anlayabilmem için “Çünkü” ile başlayan cevaplar vermesi gerektiğini öğretiyorum. Bazen unutuyor, “Neydi anne, ne diyecektim, çünkü müydü?” diye soruyor ve bilseniz ne tatlı cevaplar veriyor. Deniz'e anlatır gibi yazayım istedim. Bu kitabı sevdim çünkü...
Yaşamak için mi çalışıyoruz yoksa çalışmak için mi yaşıyoruz ikilemini her yaştan okurun anlayabileceği bir dille cevaplıyor. Fazla fazla aldığımız ayakkabılar, çantalar, eskimeden yenilenen tencereler, tavalar, bardaklar, gerçekten ihtiyaç duymadığımız hâlde satın aldığımız onlarca ıvır zıvır, onları saklamak için almak zorunda kaldığımız depolama gereçleri (dolaplar, kutular), onları üretmek için kullanılan elektrik... Geçtiğimiz günlerde Alakır vadisinde yapımı planlanan 8 Hes'ten elde edilecek elektriğin bir AVM'nin enerji ihtiyacını karşılayabileceğini okudum. Bir AVM'nin elektrik ihtiyacı karşılansın diye 70 km uzunluğunda 20 km genişliğindeki vadi, içindeki canlılarla birlikte geri dönüşümsüz bir şekilde yok ediliyor. Rahatını kaçırdığımız hayvanların, kuşların, böceklerin, ağaçların ah'ı var üzerimizde. Bu şekilde devam etmemiz mümkün değil. Ekolojik temelli bir değişime ihtiyacımız var hemen, şimdi! Bugünün çocukları, yarının yetişkinlerini doğaya yakın yetiştirmeliyiz. Onlara satın aldığımız balıkların market ya da balık hali tezgâhlarında sınırsızca bizi beklemediğini, yumurtlamadan avlanıldıkları takdirde balıkların soylarının tükeneceğini, o yüzden de bu ihtiyar balıkçı gibi kendine yetecek kadar avlanmak gerektiğini öğretmeliyiz.
Hikâyemiz Batı kıyılarındaki küçük bir limanda geçer. Limanda yürüyüş yapan bir turist kayığında uyuyan balıkçının fotoğrafını çeker. Deklanşörün sesinden rahatsız olan balıkçı uyanır. Turist meraklıdır. Acaba bu güzel havada balıkçı neden avlanmaya gitmek yerine kayığında uyumaktadır? Kayığa atlar, sohbet başlar. Balıkçının cevabı hazırdır: "Daha bu sabah balığa çıktım da ondan. Bugün tekrar denize açılmamı gerektirmeyecek kadar iyiydi. Sepetlerimden dört ıstakoz çıktı. Neredeyse iki düzine de uskumru tuttum. Yarına da yeter... Ertesi güne de!" 
Turist ikna olmaz. Günde bir kez yerine iki, üç ya da dört kez avlanmaya çıkarsa neler olabileceğini anlatmaya başlar. İkinci bir kayık, motorlu tekneler, soğuk hava deposu, bir balık restoranı, füme balık tesisi, konserve balık fabrikası, Paris'e canlı ıstakoz ihracatı... Sonra da... turist cümlesini tamamlayamaz. Hayalleri tam o anda biter, sonrası yoktur. "Sonra... Buraya, limana gelip bu muhteşem denizi seyreder, güneşin altında keyifle uyuyabilirsiniz."


Balık Tutma Dersi 
Metin Heinrich Böll
Uyarlayan Bernard Friot 
Resimleyen Emile Bravo 
Türkçeleştiren Figen Müge Erel 
Desen Yayınları